12 Eylül 2013 Perşembe

Cemal Bey'in Tuhaf Hikayesi

Onu son gördüğümde tek başına kafayı çekmeye gideceğinden bahsediyordu. Az önce dikkatlice indirdiler tabutunu musallaya. Şimdi tabutun içindeydi Cemal Bey, iki çocuk babası, yirmi üç yıllık evli. Bizde her ölen erken ölür. Öldüğünde kırk dokuzundaydı. Erkencilerdendi.

Resmiyette patronumdu kendisi. Ancak oldukça samimiydik. İki sene önce bir tanıdık aracılığıyla yanında işe girmiştim. Sahibi olduğu ufak çaplı bir taahhüt şirketinde çalışmaya başlamıştım. Sohbetimiz ‘Sevdim seni. Akıllı, pratik çocuksun.’dan ‘Gel bir şeyler içelim koçum’a ve ‘Bizim oğlanın kafası İngilizceye hiç basmıyor. Biraz da sen uğraşsana’ya kadar evrildi. Senede ikişer defa olmak üzere toplamda dört kere tartışmıştık. Derbi yüzünden. İyi Fenerliydi. Ben de ölümüne Beşiktaşlı. Yendiler mi keyiften dört köşe olurdu. Biz yendik mi kendisine hiç takılmasam bile adımın sonuna bir “Bey” resmiyeti eklerdi. Birkaç gün kendi mahcubiyetiyle takıldıktan sonra “Bize bir faydası mı var ulan şu topun?” diye çıkışırdı aniden bilmembiryer ihalesi hakkında konuşurken. Ve eklerdi: “Şu dosyaları Zafer’e ver. Fiyat teklifini hazırlasın. Biz erken kaçalım bugün. Bir şeyler içelim koçum.” İyi içerdi.

Cami avlusundaki kalabalık artmıştı. İyice birbirimize sokulup düzgün bir saf tutmaya çalışıyorduk. Kadınlar ve çocuklar kalabalığın en arka kısmındaydılar. Cemal Bey’in ufak oğlu Samet’in haykırarak ağlamasından başka büyük bir ses duyulmuyordu. Yalnızca küçük fısıltılar dolaşıyordu avluda. Neden ölmüş? Kaç yaşındaymış? gibi soruların cevaplarını arıyordu insanlar.

Geçen sene tıp literatürüne yeni bir soluk getirmişti Cemal Bey. Yeğeninin sünneti olduğu akşamdı. Her şey o akşam başladı. Kardeşinin evindeydik. Geniş salona ihtişamlı bir sünnet yatağı kurulmuştu. Kadınlar salonda oturuyordu, erkekler bitişikteki mutfakta bekliyordu. Hoca duasını bitirip dış kapının eşiğinden adımını atar atmaz mutfakta çilingir sofrası kuruldu. Çok kalabalık değildi masa. Ben, Cemal Bey ve kardeşi Celal Bey ve yeni tanıştığım Celal Bey’in iki komşusu vardı. İçtiği kiloyla rakı yüzünden midir son birkaç ihaleyi alamadığımızdan mıdır bilinmez oldukça durgun görünüyordu Cemal Bey.  Konuşmadan duvarlara bakıyor, arada bir kalkıp evin içinde ufak voltalar atıp geri geliyordu. Diğerleri pek umursamıyordu bu sıkıntılı halini. Yalnız kardeşi arada bana kaşıyla Cemal Bey’i işaret edip ne olduğunu bilip bilmediğimi anlamaya çalışıyordu. Bilmiyordum. Son voltasını da atıp hışımla mutfağa girdikten sonra sordu Cemal Bey: “Bi’ türkü söyleyen biri yok mu aramızda?” Masadakiler bir kahkaha koyverdi. “O fasla da geldik demek biraderim,” dedi Celal Bey ve devam etti: “Salih’i bir arayayım bakayım. Müsaitse bağlamayı kapıp gelir.” Kafasını olur manasında aşağı yukarı sallayıp yerine oturdu Cemal Bey. Gözü rakı şişesindeydi. Celal Bey tam telefonun tuşlarına basarken içerden yeni sünnet olmuş Hasan’ın ağlamaklı bağırışları gelmeye başladı. Celal Bey süratle yerinden kalktı.

Doktoru eve çağırmışlardı. Hasan’ın dikişlerinden kopanlar olabilirmiş. Doktor yeni sünnet olmuş çocuğun üzerindeki karton muhafazayı dikkatlice kaldırıyordu. Cemal Bey salon kapısından bir göz görünüp tekrar evin içinde volta atmaya başladı. Peşinden gittim. Mutfağa girdi. Masanın üzerinde yarısı dolu duran kadehini hızlıca kavrayıp kafaya dikti. Masadakiler kendi aralarında bir sohbete dalmışlardı. Cemal Bey ağır adımlarla mutfak balkonuna çıktı. Kadehlerimize birer duble daha rakı doldurup yanına gittim. “Eyvallah.” deyip kadehi aldı elimden. “Bu sefer de öyle dikme kafaya ağbi,” dedim. “Rakıya ayıp.” Sana mı soracağım nasıl içeceğimi lan puşt, diyen bir gülümseme yerleşti suratına. Sonra kafasını gökyüzüne çevirdi. Parıltılı bir gökyüzü vardı. Yıldızların neredeyse tamamını görebiliyorduk. Okkalı bir siktir çekti gökyüzüne doğru. “Neyiz oğlum şu koca alemde?” diye sordu kadehini dudaklarına götürürken. “Neyiz?” diye yineledi sessizce. Salondan Şükran Hanım’ın bağırışları yükseliyordu. Hasan’ın çükü kanıyormuş. “Bak,” dedi Cemal Bey gökyüzünü göstererek. “Şurda bir yerde Zühre diye bir yıldız olacak.” Doktorun Celal Bey’in eşini sakinleştirmeye çalışan sesi geliyordu içerden: “Sakin olun Şükran Hanım. Endişe edilecek bir şey yok.” Çok ilginç bir hikayesi vardır o yıldızın, dedi Cemal Bey. Derin bir of çekip konuşmaya devam etti: “Şimdi bütün hayatıma bakınca,” dedi. “Her şeyi eksiksiz yaptığımı görüyorum. İyi iş, iyi aile, iyi para, iyi çocuklar, iyi bir saygınlık.” Biraz duraksadı. “Ama bazı geceler, o yıldızdan bu dünyaya baktığımı hayal ediyorum.” Cemal Bey oldukça garipleşmişti. Tanıştığımız ilk günden beri çok defa beraber içki içmiştik ama hiç böyle konulara girmezdi. Anılarını anlatırdı sık sık. Ders mahiyetinde. Gençtik nasıl olsa. Öğreneceğimiz çok şey vardı onun gibi adamlardan. Buna katılmazdım içten içe. Ama söylemezdim de katılmadığımı. Sonuçta herkesin birilerine anlatacağı ve ondan karşısındakine bir ders vereceği en azından bir hikayesi vardı. Cemal Bey’in gökyüzünde gösterdiği yere baktığımda ve onun bazı geceler yaptığını söylediği gibi o yıldızdan buraya baktığımı hayal edince bunu görüyordum: Yedi milyar öğretmen, yedi milyar boş sınıfta. Cemal Bey kusacakmış gibi öğürdü ve olduğu yerde hafifçe sendeledi. Nefes alışı sıklaşmıştı. Bir an yeteri kadar içtiğini, artık bırakması gerektiğini söyleyecek oldum, ancak biraz önceki sana mı soracağım nasıl içeceğimi lan puşt gülümsemesini anımsamak beni durdurdu. Celal Bey kapıda doktorla konuşuyordu. Bir daha böyle bir şey olursa, ne zaman olursa olsun doktoru arayabilirmiş. Zaten bu civarda oturuyormuş doktor. Kişisel telefon numarasını kaydedebilirmiş. Cemal Bey tekrar sendeledi. Sonra elindeki kadeh yere düştü. Tuzla buz oldu bardak. Mutfaktakiler ve kapının eşiğindeki doktor ve Celal Bey hızla bizden tarafa baktılar. Yere kapaklandı Cemal Bey. Telaşlı hareketlerle kavrayıp oturur vaziyete getirdim onu. Herkes balkon kapısına koşuştu. “Durun,” dedim süratle. “Buraya birikmeyin.” Gömleğinin üst düğmelerini açıp omzuna doğru genişlettim. Hollywood’dan öğrendiğim ilk yardım bu kadardı. Doktor süratle balkona atıldı. Hafifçe öksürdü Cemal Bey. Doktora “Dostoyevski okudun mu sen?” diye sordu yarı baygın bir haldeyken. “Hayır.” diye cevapladı doktor. “Aferin.” dedi ve tam anlamıyla bayıldı. Daha önce hiçbir bayılmaya tanıklık etmemiştim fakat sanırım görebileceğim en sanatsal bayılmaydı.

İmam ağır hareketlerle musalladaki tabutun önündeki yerini aldı. Etrafına ve gökyüzüne baktı. “Yağmur yağacak gibi duruyor,” dedi “Bir el atın da şu şemsiyeleri bir açalım.” Kendine yakın duran şemsiyenin dibine gidip kolu çevirmeye başladı. Hemen cemaatten birkaç kişi atıldı ve imamı kolu bırakması için ikna etmeye çalışarak şemsiye koluna sarıldılar. Onlar dururken İmam Efendi böyle bir şeyle uğraşmamalıymış. Hâşâ. Kafamı çevirip arka sıradaki Hatice Hanım’a baktım. Oldukça üzgün görünüyordu Cemal Bey’in eşi. Samet’i kucağına almıştı, haykırarak ağlayan çocuğu sakinleştirmeye çalışıyordu.

Dahiliye bir işi çözemezse o iş psikiyatrinindir. En azından hep böyle duydum yıllarca. Tıp bilimi affola. Freud’un suçu. Cemal Bey’i psikiyatri de tam olarak çözemiyordu. Viyana’da eğitim görmüş Adana menşeili bir doktorun odasında oturuyorduk Cemal Bey’in balkonda bayılmasının ertesi günü. Doktor test sonuçlarına teker teker bakıp masasının üzerine yavaşça bırakıyordu. Hatice Hanım sessizliği bozdu: “Bu nasıl iş doktor bey?” Bilmiyorum, diye cevapladı doktor ve devam etti: “Tomografide de bir şey yok.” Sonra bana döndü doktor ve konuşmaya devam etti. “Siz bayılma anında yanındaydınız değil mi?” Evet, dedim. “Ne tür belirtiler yaşandı yani ne oldu tam olarak anlatabilir misiniz?” dedi doktor. “Yani,” dedim. “Pek anlamasam da kalp krizi geçirdiğini düşündüm. Yere düşer düşmez de yakasını açtım. Ne bileyim. Öyle yapılır diye düşündüm. Tabii içerde bir doktor da bulunuyordu. Zaten hemen o geldi ilk müdaheleyi yapmaya.” Doktor biraz düşündü. “Bu zaten bir kalp krizi,” dedi “Ama hasta gördüğüm en sağlıklı adamlardan.” Yani, dedi Hatice Hanım. Evine gelebilir mi? diye devam etti. “Burada tutmam için hiçbir neden göremiyorum,” dedi doktor. “Ancak her gün görüşmeyi istiyorum hastayla. Bir nedeni olmalı.” Ayağa kalktı ve kapıyı açıp çıktı. Biraz sonra Cemal Bey’le birlikte içeri girdi. Hatice Hanım hızlı hareketlerle kalkıp eşine sarıldı. “Geçmiş olsun.” dedi doktor. “Evinize gidebilirsiniz. Ancak sizinle bir süre her gün görüşüp durumunuzu iyice anlamalıyım.” Cemal Bey’in yüzünde sana mı soracağım durumumu lan puşt gülümsemesi belirdi. Sesimi çıkarmadım. Gidip Cemal Bey’e sarıldım geçmiş olsun dileyerek.

Hastaneden çıktıktan sonra Cemal Bey hep birlikte bir şeyler yemeye gitmemiz için ısrar etti. Hatice Hanım bu durumdan biraz sıkılsa da eşinin sözüne uymak zorunda kaldı. Bir taksiye atlayıp Sultanahmet’teki ara restoranlardan birine gittik. İçeri girdiğimizde kasadaki adam hızla kapıya yönelirken konuşmasının tonunu ayarlayamıyordu: “Vaaaay, Cemal Baba. Hoş geldin baba. Hoş geldin.” Adamın elini öpmesine izin verdi Cemal Bey. Adam daha sonra Hatice Hanım ve benle kibarca tokalaşıp en yakın masaya oturttu bizi. “Ne getireyim ağbi?” diye sordu adam. Cemal Bey “Adana, Urfa, İskender... En kolayı neyse ondan getir Mahmut’um.” dedi. Hatice Hanım sinirlenmişti. “Ne oluyor Bey,” dedi. “Daha yeni çıktın hastaneden. Kalpten üstelik.” diye devam etti. “Boş ver sen.” dedi Cemal Bey. “Kapı gibi adamım ben.” Biraz duraksadı ve bana döndü. “Rakı mı içsek?” Yok artık, diye araya girdi Hatice Hanım. Evde çoluk çocuk, eş dost bekliyordu Cemal Bey’i. Ne rakısı? “Tamam,” dedi Cemal Bey. “Rakı akşama artık.”

Yaklaşık yirmi dakika sonra yemeklerimiz geldi. Masada hiçbir şeyi eksik etmemeye çalışıyordu Mahmut. Cemal Bey oldukça keyifli görünüyordu. Dün akşamı hastanede geçirdiğine inanamazdınız. Yemeklerimizi bitirip kalktık. Mahmut’un para almamak için yaptığı onca ısrara rağmen Cemal Bey hesabımızın neredeyse iki katını ödedi. Restorandan çıktıktan sonra da beni evime gitmemem için zorladı ve evime gitmedim. Biraz İstanbul trafiğinden, biraz taksici sohbetinden sonra Cemal Bey’in evine varmıştık. İçeri girer girmez çocuklarına sarıldı Cemal Bey. Büyük bir sevinç içerisindeydi. Gözlerinden okunuyordu. Celal Bey ve eşi de evdeydi. “Korkuttun bizi be ağbi,” diye atıldı Celal Bey. Ağbisine sarıldı. Eşi de aynı seremoniyi sundu. Geniş salona geçtik ve sohbet etmeye başladık. Hatice Hanım ve Şükran Hanım mutfakta atıştırmalık bir şeyler hazırlamaya gittiler. Cemal Bey biraz sonra kardeşine bir şeyler içme teklifinde bulundu. Celal Bey tıpkı Hatice Hanım gibi bu teklifi çok soğuk karşılasa da ağbisinin ısrarlarına dayanamadı. Biraz sonra kadınların içten ve yüksek sesli sitemlerine aldırmadan rakı almak için dışarı çıktılar. Bu gece içilecekti. Hem de Cemal Bey ve Celal Bey’in rahmetli babaları için.

“Başımız sağ olsun.” dedi Zafer, işyerinden arkadaşım. Şemsiyeleri açmaya çalışan cemaatin kıpırtısından yararlanıp yanıma kadar gelmişti. Dün işyerinden ayrılırken Cemal Bey’i son gören iki kişiden birisi de oydu.  “Şimdi n’apacağız?” diye ekledi. “Bilmiyorum Zafer.” dedim. Başını hafifçe sağa sola sallarken dudakları arasından çıkan şey bir tür küfür müydü emin değilim. “Ah benim bahtım.” dedi. “Allah rahmet eylesin,” dedim. “İyi adamdı.”

Üçüncü dublelerimizin sonuna gelirken Cemal Bey iyice açılmıştı. “Celal bilir, ama sana daha önce hiç anlatmadım galiba.” dedi bana dönerek. Celal Bey de dikkatle dinlemeye başladı. “Babam, rahmetli, bir gün hastanelik oldu. Her gün içen adamdı. Bütün aile bekliyordu böyle bir şey olmasını.” Celal Bey gülümsemeye başladı. “Doktor test sonuçlarına bakıp babama ‘Dayı senin karaciğer bitmiş.’ demiş. Babam da doktora cevabı yapıştırmış. Doktor, ciğerin .mına koyim. Adamda yürek olsun, yürek.” Kahkahalar atarak kadehinin sonundaki rakıyı içti. Celal Bey gülerek araya girdi: “Bir de şunu unutma,” dedi ağbeyine bakarak. “Doktor diyor ki ‘Hasan Bey bir kadeh içki içme artık.’ Babam da cevaplıyor yine. Doktor ben bir kadeh içmem sıkıntı etme, dördü bulur en azından.” İyi eğleniyordu iki kardeş. Eşleri birkaç dakikada bir kontrol etmek için içeri giriyordu. Birilerine bir şey olabilirdi. Orada rakı içen üç insandan biri hastaneden yeni çıkmıştı. Haklılardı.

Cemal Bey’in Viyana’da eğitim görmüş Adana menşeili doktoru Cemal Bey’in hastaneden çıkmasından bir hafta sonra beni aradı. Geçtiğimiz hafta onunla görüşürken Cemal Bey’in bayılması sırasında gerçekleşen Dostoyevski konuşmasını ona anlatmadığım için beni kibarca azarladı telefondan. Bugün müsait bir zamanda görüşebilir miydik? Evet, deyip söylediği adresi ve saati not aldım.

Orada olmamı istediği saatte doktorun özel muayenehanesindeydim. Ancak doktor son hastasıyla görüşmesini uzatmıştı. Bekleme odasındaydım. Oturduğum koltuğun hemen önündeki sehpada bilimsel makalelerle dolu dergiler duruyordu. Karşımdaki duvarda birçok doktorun fotoğrafı ve latince sözler asılıydı. Doktor odasının kapısını açtı ve uzun boylu kel bir adamı uğurladı. Üniversitede okuyorken bu işlerle kafayı bozmuş bir arkadaşımla şizofrenlerin pek çoğunun uzun boylu ve kel olduğu üzerine uzun bir konuşma yapmıştık bir gece boyunca. O arkadaşımı ve konuşmamızı hatırlayıp gülümsedim. Doktor “Kusura bakmayın, işim biraz uzadı. İçeri buyrun lütfen.” dedi bana bakarak. Doğruldum ve doktorun odasına girdim. Odanın duvarları da birçok bilim adamının fotoğraflarıyla doluydu. “Buyrun,” dedi doktor masasının önündeki koltukları göstererek. Sağdaki koltuğa otururken sordum: “Az önceki hastanız şizofren mi?” Gülümsedi doktor. “Eski bir şizofren,” diye cevapladı. “Ancak halen ayda bir görüşürüz.” Görüşmek kelimesine takılmam gerekiyordu ancak üniversitedeki arkadaşımı hatırlayıp güldüm. “Evet,” dedim büyük bir ciddiyetle. “Sizi dinliyorum.” Hollywood’dan bir ruh doktoruyla konuşmak konusunda bu kadar öğrenmiştim. “Bence,” dedi doktor. “Cemal Bey’in durumu, tıp tarihine geçebilir.” Dikkatle doktoru dinliyordum. “Nevrasteniye benziyor. Ancak ince bir çizgi çok daha farklı yapıyor bu durumu.” Ayağa kalktı. Elini çenesine koydu ve konuşmaya devam etti: “Madam Bovary’yi okudunuz mu acaba?” Of Tanrım. Tam bir Hollywood doktoruydu bu. “Hayır,” diye cevapladım. “Bovarizm. Literatüre girmiş bir tabirdir.” Merakla dinliyordum. “Arayış içinde bulunup duran, bir türlü mutlu olamayan kadın tipini böyle tanımlayabiliriz.” Bayılırken Dostoyevski’den bahseden bir adama böyle bir doktor. Şahaneydi. “Çalışmalarımda yanılmıyorsam, Cemalizm, diye bir şey sokabilirim literatüre. Çünkü böyle bir şeyin örneği yok. Hiç olmadı.” Yani, dedim doktora daha çok anlatmasını bekleyerek. Bunun Dostoyevski ile ne alakası var? “Şöyle ki,” dedi doktor. “Cemal Bey, zannımca kendisini küçük, yetersiz ve başarısız hissettiği anlarda bir tür krize giriyor. Ve sizin anlayacağınız biçimde bu ruhsal kriz bir tür kalp krizi olarak gösteriyor kendini.” Bir kez yutkunup devam etti. “Ama tedavide çok enteresan bir yöntem göze çarpıyor. Bu krizler öncesinde ve sonrasında ve yaşanırken dahi Cemal Bey’in etrafındakiler tarafından önemsendiğini ve başarılı olduğunu belirten cümleler duyması bu krizin gerçekleşmesini önlüyor.” Ufak bir ses kayıt cihazı çıkardı doktor. Masanın üzerine koyup çalıştır düğmesine bastı.

Hasta Görüşme Kaydı – Cemal K. #6 – 7 Haziran 2012
Cemal  : Hay hay. Dünkü futbol muhabbetimiz gibi olacaksa ne işinize yarayacaktır kaydetmek merak ediyorum doğrusu.
Doktor : Tekrar teşekkürler... Bundan bir hafta kadar önce talihsiz bir biçimde bir kriz geçirdiniz. Bunu daha iyi çözümlemek için her şey.
Cemal  : Peki. Siz bilirsiniz.
Doktor : Yine müsaade ederseniz sizle konuşurken şu cihazı kullanmayı istiyorum.
Cemal  : ... Oldukça eski duruyor.
Doktor : Oldukça güvenilirdir.
Cemal  : Peki, bir sıkıntı yok.
(Zeminde kayan tekerlek sesleri. Birkaç metal sesi.)
Doktor : Şunu da şuraya geçirirsek.
Cemal  : Eyvallah doktor. İyice ucube olduk.
(Gülüşmeler.)
Doktor : Dostoyevski ... (Yoğun metalik bir ses.) ... Okuyor musunuz?
Cemal  : Çok severim. (Metalik ses biraz azalır.)
Doktor : Harika bir yazardır.
Cemal  : Harika. (Metalik ses durur.)
Doktor : Karamazov Kardeşleri okudunuz mu? (Metalik ses tekrar duyulur.)
Cemal  : Bitirmedim henüz.
Doktor : Büyük engizisyon kısmına geldiniz mi? (Metalik ses artar.)
Cemal  : Evet. (Metalik ses iyice yoğunlaşır.)
Doktor : Nasıl bir kısımdır orası? İnsana kendini ve inancını nasıl sorgulatır değil mi?
Cemal  : Evet, harikadır orası.
Doktor : Harikadır. (Metalik ses biraz azalır.) Cemal Bey, Dostoyevski bir yana dursun, bence siz harika bir iş adamısınız.
Cemal  : Sağ olunuz doktor bey. (Metalik ses biraz daha azalır.)
Doktor : Yani, hakkınızda biraz inceleme yaptım da. (Metalik ses biraz daha artar.) Müthiş bir hayatınız var bence. (Metalik ses azalmaya başlar.) Onca sıkıntıdan sonra harika bir iş. Müthiş bir aile yaşantısı. Bütün çalışanları tarafından sevilen bir patron. (Metalik ses durur.)
Cemal  : Teşekkürler, doktor... Duvarlarınıza bakınca sizin geçmişiniz de gayet iyi görünüyor.
Doktor : Sizinkine kıyasla benimki epey basit kalıyor.
Cemal  : Teveccühünüz. (Metalik ses bir saniye aralıkla duyulmaya başlar.)

Doktor ses kayıt cihazını durdurdu. “Biraz daha uğraşacağım bu konuda. Ancak size ve Cemal Bey’in ailesine büyük iş düşecek.” dedi. “Ricam şudur, ne zaman böyle bir krize girecekmiş gibi hissederseniz ona ne kadar iyi bir insan olduğunu, ne kadar başarılı bir hayata sahip olduğunu hatırlatın.” Şaşkın bakışlarla doktoru izliyordum. “Harika, birincil kelimeniz olsun. Başarılı, muhteşem, enfes gibi sıfatları sıralayın peşinden.”

Doktor şaşkınlığıma bir anlam vermeye çalışıyormuş gibi duraksadı. “Eşi Hatice Hanım’la da konuştum sizden önce. Çocuklarının fotoğrafı çok iyi bir silah olacaktır bu krize karşı. Sürekli üzerinde taşımasını istedim ondan. Ne zaman böyle bir şey yaşarsa o fotoğrafı kullanarak ne kadar harika bir baba olduğunu hatırlatacak ona.” Gülümsemeye başladım. “Gülmeyin lüften,” dedi doktor. “Haklı çıkarsam, bu tarihe geçecektir.” Peki, dedim doktora. Çok zor bir şey değil bu istediğiniz, diye ekledim. Yapabilirdim. Yıllarca Cemal Bey dahil bir çok insana yapmıştım. Daha yoğununu sadece Cemal Bey’e yapacaktım. Hepsi bu. “Desteğiniz için teşekkürler,” dedi doktor. Ayağa kalktım. Kapıyı açtım. Dışarı adımımı atarken doktor arkamdan seslendi: “Size şu kitabı emanet edeyim. Cemal Bey’e aitti. Ancak düşündüğüm durum geçerliyse okuması çok sakıncalı.” Arkamı döndüm. Doktor çekmeceden çıkardığı kitabı bana uzattı: Yeraltından Notlar.
İmam şemsiyelerin kapanmasından sonra tekrar musalladaki tabutun önündeki yerini aldı. Tahmin ettiği üzere yağmur çiselemeye başlamıştı. Avluya heyecanlı hareketlerle birisi girdi. Viyana’de eğitim almış Adana menşeili doktor. Hızlıca sağ çaprazımda  kendine uygun bir yer buldu.

Doktorun dediğini yapmaya başladık. Hatice Hanım ve ben. İki hafta daha görüştü Cemal Bey aynı doktorla. Daha sonra doktor görüşmelerine gerek kalmadığını fakat bir sıkıntı duyarsa kapısını çalmaktan geri durmamasını söyledi Cemal Bey’e. Cemal Bey iyiydi. Fiziken gayet iyi. Eskisi gibi iyi içiciydi. Ancak ruh doktorunun tahmin ettiği üzere ayda bir ya da iki kez büyük bir bunalıma giriyordu. Bu bunalımlar süresince doktor ne dediyse onu yapıyorduk hepimiz. Zor olmuyordu. İşyerindeki birçok çalışan zaten durmaksızın bunu yapıyordu. Ben arada keyifsizliğine ya da o ilk akşam bayılmadan önceki gibi bir tiradına rastlarsam atlıyordum hemen. “Patron, sen harika bir adamsın. İyi bir aile babasısın her şeyden önce. Bak bize, hepimiz senin gibi olmak istiyoruz.” Doğrusun, diyordu Cemal Bey. Bir şeyler içelim koçum, diye ekliyordu. Bizde vatan kurtarmanın, Allah’a sonsuz güvenmenin içkisiydi rakı. Ama Cemal Bey’le ne içersek içelim artık sadece Cemal Bey’in harikalığı içindi. Muhteşem Cemal. Bir duble. İyi aile babası. İki tek. Harika adam. Üç ellilik. Karısı aynı dertten muzdaripti. Geceleri daralıp uyandığını söylemişti bir defasında. Hemen gece lambasını açıp çocuklarıyla çekindiği fotoğrafları gösteriyormuş Hatice Hanım ona. Harika bir babasın, diyormuş. Ne mutluymuş onla evlendiğine. Her ihale Helal Olsun!du şirkette. Zaten pek çok taahhüt şirketinde böyleydi. Sıkıntılı bir durum yok. Eleştirmek için yazdım. Metrobüs. Boktan. İyi ki son model bir arabası vardı. İstanbul. Gereksiz kalabalık. Böyle muhteşem bir adamı içinde barındırdığı için gurur duymalıydı. Doktor, keza, çok konuştu hakkında. Birkaç bilimsel makale yayınlatmayı başardı bu konuda. Ama hastasının ismini veremiyordu. Ciddiye alınmıyordu tıp çevresince. Olsun, diyordum ona da. Bu gerçekten doğruysa, harika bir buluştu. Akademi. Kenar. Doktorun tasarladığı bir sıvıyla dolu bir iğne vardı mesela. Kriz anında kimse yoksa yanında bunu vurmalı kendine, diyordu. Sol kolu iyidir. Kalbe yakın olsun. Ama kimse bilmemeleymiş bunu. Hepimizi içeri atabilirlermiş. Müthiş bir kendine inanç verecek, diyordu doktor şırınganın içindekiler için. Cemal Bey’i ikna edemedik bu iğneyle ilgili. Biz üzerimizde taşıdık. Hiç vuramadık o iğneyi sol koluna. Son görüşmelerimizden birinde zorla da olsa ceketinin cebinde taşıması için ikna edebilmiştim onu.

En son dün akşamüstü gördüm Cemal Bey’i işyerinden çıkarken. Masasında oturuyordu hala. Napıyorsun büyük patron, dedim. Hadi gidelim. “Sen,” dedi. “Çık. Kusuruma bakma. Sarıyer’e gideceğim. Enfes bir mekan keşfettim. Biraz yalnız başıma kafayı çekeceğim bu gece.” Peki, dedim. Ceketinin cebine bakıyordum. “Bende, merak etme.” dedi sol göğsüne vurarak. “Sen oldukça zeki bir adamsın patron,” dedim. “Tabii ki arada bir yalnız kalmayı hak ediyorsun.” Eyvallah, dedi. Son kez selamlayıp işyerinden çıktım.
İmam bütün cemaatin yerleştiğinden emin olmak için ufakça bir göz gezdirdi üzerimizde. Viyana’da eğitim görmüş Adana menşeili doktor kafasını hafifçe çevirerek bana baktı. İmam konuşmaya başladı. Doktor çaresizce bana ve tabuta bakmaya başladı. “Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” diye sordu imam.

“İyi bilirdik.” dedi cemaat hep bir ağızdan.
Doktor kafasını artık önüne çevirmişti. İmam konuşmaya devam ediyordu.
“... Hakkınızı helal ediyor musunuz?”
“Helal olsun!”
Tekrar sordu imam.
“Hakkınızı helal ediyor musunuz?”
“Helal olsun!”

Doktor kafasını tekrar bana çevirdi. Göz göze geldik. Bütün bu hastalık süreci geçti gözümün önünden. Doktor direttiği her şeyde ya haklıysa. Cemalizm. Gözlerimi tabuta diktim. Rüzgar tabutun üzerindeki yeşil örtünün kenarlarını hafifçe hareket ettiriyordu. İmam tekrar sordu. Cemaat bu sefer daha yüksek tondan cevapladı: “Helal olsun!” Korkuyordum. Cemal Bey her an ayağa kalkabilirdi.


M.Mert GÜNEY
Mayıs 2013 / İstanbul

12 Temmuz 2013 Cuma

Delilik Semptomları

Sehpanın üzerinde hiçbirimizin okumaya cesaret edemediği bir kitap duruyordu. Kimse ondan bahsetmiyordu. Onun yerine şeytan suratlı bir adamın da oyuncu kadrosunda bulunduğu bir filmden boş alıntılarla dolduruyorduk odayı. Melodi, derin nefesler almaya çalışıyordu pencere kenarında. Pencere sonuna kadar açıktı. Gecenin dört buçuğuydu ve yaklaşık altı saattir durmaksızın Kanada viskisi tüketip Billie Holiday dinliyorduk. Kimilerine göre bu, intihara eşdeğer bir şeydi. Arada sırada bahsi açılıyordu ama henüz kimse bileklerini kesebilecek cesareti gösterebilmiş değildi.

“Bir arkadaşım,” diye atıldı Freud. “İki kere denemiş.” Freud’un gerçek ismini hatırlayamayacak kadar hoştu kafalarımız. Bir özel üniversitede psikoloji ya da ona benzer bir şey okuyordu. Çok değil, altı ay önce çıkabilmişti hastaneden. Midesi ile ilgili sıkıntıları beyniyle ilgili olanların yanında devede kulak kalıyordu. Yaklaşık altı saat önce çaldığı kapı benimki değil, muayenehanesinin bir duvarı bir kaç diploma ve özel belgelerle dolu bir doktorun kapısı olmalıydı. Ayakta durmayı zor beceriyordu ve buna rağmen elinde tuttuğu yarısı içilmiş viski şişesinin dibinde buluşma sözünü alabilmişti benden. Dibini görmeyen anasının bir tarafını görecekti.

Is he still talking about the same thing?” diye araya girdi Sylvia. Sylvia’yı tanıyalı yaklaşık iki saat olmuştu. Freud beklediğimden çetin çıkmıştı. Bir kaç duble sonra uyuyup kalacağını düşünüyordum ancak o daha fazlasını getirebilecek bir arkadaşı olduğunu söyleyip telefonuyla oynamaya başlamıştı. Biraz sonra kapımda belirmişti Sylvia. Güzel bir kadındı. Nereli olabileceğine dair tek fikrimi getirdiği iki viski şişesinin üzerindeki yazıdan edinebilmiştim: Canadian Club.

“Lafımı bölmesinden nefret ediyorum.” dedi Freud. Sylvia’ya döndü ve bir kaç iğrenç mimik yaptı. Sylvia güzel bir orta parmak sundu Freud’a. Melodi’ye döndüm. Karanlık gökyüzünü izliyordu. Diğerleri yabancı bir dilde çekişmeye girişmişti. “Üşümüyor musun?” diye sordum Melodi’ye. Kafasını sağa sola salladı. Hafif hareketlerle arkadan kavradım onu boynunu boynuma dayadım. Kafamı baktığı yere çevirdim. Bir kaç yıldız ve ay görünüyordu sadece gökyüzünde. Ani bir hareketle beni geriye fırlattı ve Freud’a döndü.

“Şimdi n’apıyor peki?” dedi.

Freud bir an afalladı. Biraz düşündükten sonra cevap verdi: “Son gördüğümde üçüncü denemesini yapmayı sabırsızlıkla beklediğinden bahsediyordu. Allah’ın hakkıymış...” Gülümsedi ve bardağından sert bir yudum çekti. Birkaç damla dudaklarından çenesine doğru akarken sakallarına takıldı. “...Üç.” diye devam etti.

“Ahaa! Uç.” diye araya atıldı Sylvia. “Three! At least I can understand that.

Freud elini yavaşça suratına götürdü. Alnını eliyle kapadı. Sylvia adına özür diliyormuşçasına bir bakış attı parmaklarının arasından. Gülümsedim ona. Melodi ayağa kalktı. Bir kaç adımını izledikten sonra mutfağa gittiğini anladım ve tekrar Sylvia ve Freud’a döndüm.

And what else?” dedim ve ekledim: “Dört diyebilir misin bana?” Freud içten bir kahkaha koyverdi. Sylvia, ona ve bana anlamsız bakışlar attı.

Melodi elinde tuttuğu henüz açılmamış viski şişesiyle bize doğru yürüyordu. Usulca yanıma oturdu. Hafif hareketlerle pencereye doğru ilerledim.

“Hayırdır?” dedi Melodi şişeyi açmaya uğraşırken. “Epey keyiflendiniz yine.”
“Sylvia, yabancı dilde döktürüyordu. Onu kaçırdın.” dedi Freud.

Ok, then...” dedi Melodi. “Let’s drink more.” Bardaklara içki doldurmaya başladı. Ne olduğunu anlamaya çalışan Sylvia’ya bir göz kırptı. “Men!” dedi. “Same everywhere.” Sonra Freud’a dönüp devam etti: “Bir arkadaşım kendini vurmuştu.” Herkesin gözündeki gülümseme bir anda kayboldu. Yavaşça pencereyi kapattım.
“Kendini mi vurdu?” diye sordu Freud.
Yes!” dedi Melodi. Bardağından hızlı bir yudum çekti. “Yes!Bardağı kafasına dikerken kendinden oldukça emin görünüyordu. Bunu seviyor olabilir miydim? Pekala! Pek ala! Peka la! Beni yerle bir etmeyi başarmış sadece bir tanesinden sonra bir çok kadın tanımıştım. Melodi diğerlerine göre başkalığını en başından belli etmişti. “Ne okuyorsun?” diyerek yanıma oturmuştu bir otobüs durağında. “Hemingway.” demiştim. “Salak ihtiyar!” diye bağırmıştı. “50 yıldır dişlerini kazımaya çalışıyorlar topraktan, biliyorsun değil mi?” Biliyordum. Yakınlarda bir yerlerde bir kilise çanının derin uğultusu havayı doldurmaya başlamıştı. Kitabı kapatmıştım. İkimiz de aynı kahkahayı salmıştık gökyüzüne. “Yürüyelim mi?” diye sormuştum ona. “Neden olmasın?” demişti. Beraber  yürümeye başlamıştık. Biraz sonra yolumuzu biraz para istemek için kesen şarapçının birine vermiştim kitabı. Ayracıyla birlikte. “Gökyüzüne bak ihtiyar,” diye bağırmıştı Melodi. Şarapçı bize anlamsız bakışlar atmıştı. Kilise çanlarının gürültüsü devam ediyordu. “Senin için,” diye devam etmişti Melodi. “Senin için.”

“Öldü mü?” dedi Freud. “Is he dead?” diye ekledi Sylvia. Kötülük her dilde aynıydı.

Aşık olmuştum o an. Aşık olmak için yalnızca bunu bekliyormuşun gibi. Kitabı yolun ortasına fırlatıp arkamızdan okkalı bir küfür savurmuştu şarapçı. Arkamı dönüp sinirli bir bakış atmıştım ona. İçim acımıştı kitaba. “Daha iyisini hediye edeceğim sana.” demişti Melodi. Koluma girmişti. Bir adres tarif etmeye başlamıştı. Ertesi gün orada buluşacaktık.

“Hayır.” diye cevapladı Melodi. “Ölmedi.”
“Biraz daha anlatsana.” dedi Freud. İyice meraklı bakıyordu gözleri Melodi’ye. Sylvia’ya baktım. Konuşulan her şeyi anlıyormuş gibi bir hali vardı.

“Yani,” dedi Melodi. “Kalbine sıkmayı düşünüyormuş aslında. Ama yapamamış. Ben dahil herkes Melodi’ye bakıyordu. “Eli kaydı muhtemelen,” diye devam etti. Sesi iyice duygusallaşmıştı. “Yani, eli...”
Fifty!” diye atıldı Sylvia. “Fifty!” Hepimiz hesapsız bir kahkaha attık.

Bir gün sonra salaş bir kafede buluşmuştuk Melodi’yle. Bir kadınla ilk buluşmasını yapacak bir çok erkek gibi yaklaşık on-on beş dakika önce ordaydım. Kafeye girmeden önce etrafında en az iki defa cesaret turu atmıştım. İçeri girdiğimde Melodi’nin orda olmadığını görüp köşede bir masaya yerleşmiştim. Sütlü kahve sipariş edip beklemeye koyulmuştum. Biraz sonra içeri girmişti, bana bakıp gülümsemişti. Köşedeki masama doğru yürürken elini belinden sarkan çantasına sokup çantanın içinden bir kitap çıkarmıştı. Hediye paketi şeklinde sarılmış kitabı bana uzatırken konuşuyordu: “En azından eceliyle ölmüş birilerini okuyabilirsin.”

“Eli nereye kaydı?” diye sordu Freud.
“Bildiğim kadarıyla...” dedi Melodi.“N’apacaksın nereye kaydığını?” diye araya atıldım. “Ölmedi ya?” dedi Freud. “Ölmedi.” cevabını verdim Melodi’yle aynı anda. “Boş verin,” diye devam etti Melodi. Bardağını havaya kaldırdı. Hepimiz karşılık verdik. Bardaklar birbirine tokuştu ve dudaklara yollandı. “Az önce bahsettiğiniz filmde Tom Waits hangi rolde oynuyordu?” diye sordum.

“Hatırlamıyor musun?” dedi Freud.
“O filmi izlediğimi bile hatırlamıyorum.” dedim.

Are they talking about Tom Waits?” dedi Sylvia, Melodi’ye. Melodi kafasını salladı ve sordu. “Do you like Tom Waits?
“Offf!” dedi Freud. “Sevmez mi?” Bardağından bir yudum daha çektikten sonra bana döndü ve sordu: “Biraz da onu dinleyelim mi?”
“Neden olmasın?” dedim.
Now, they are talking about Tom Waits.” dedi Melodi, Sylvia’ya. Sylvia küçük bir kız çocuğu gibi sevindi.

Freud ayağa kalkıp bilgisayara doğru yürüdü. Biraz sonra Tom Waits’in enfes şarkılarından bir tanesi odadaki sessizliği dolduruyordu. “Şu filmi de indireyim bari sana, birazcık kültürlen.” dedi Freud gülerek. Dudaklarıma dayalı duran bardaktaki içkiyi dökmemeye çalışarak güldüm ve kafamı olur manasında salladım.

Freud döndü ve yerine oturdu. Sylvia şarkıya eşlik etmeye başladı. Bir an duraksadı ve Freud’a sarıldı. Öpüşmeye başladılar. “I think I already felt in love with you.” dedi Sylvia. Melodi öpüşen çifte bakıp gülümsedi. Bardağını sehpanın üzerinde sürüyerek benimkiyle öpüştürdü. Bana baktı ve gülümsedi. Dudaklarına baktığımda ilk öpüştüğümüz anı görüyordum.

Neresinden bakarsanız bakın İspanyol bir akşamdı. Evet, bazı akşamların ırkı olur. Ama yine de kaçaktır pek çoğu, vatansız, haymatlos... Küme küme ateşler yanıyordu sahil boyunca. Ve gitar sesleri, dalgalar, ayışığı ve yıldızlar. Büyük bir kalabalığın içindeydik. Bir sahnenin etrafına dizili onlarca insan. Bir şişe şarabı çantasında saklıyordu Melodi. Bir şişe de elinde. Sahnedeki adama eşlik ediyordu dudakları ama hiç ses çıkarmadan. Göz göze geldiğimizde gülümsüyordu. Yüzünün sağ yarısını kapatan siyah saçlarını rüzgarın dağıtması için boynunu hafifçe eğiyordu. “Böyle olmalıydı işte,” diyordum içimden. “Rüzgara bırakmalıydı bir çok şeyi ve ayışığına, bir şiir dizesini mesela, aşkı ve kederi, hayatı mesela ve geceye bırakmalıydı rüzgarı ve ayışığını da.” Sahnedeki adam şarkısını bitirdiğinde, Melodi’nin dudaklarındaki gülümseme bir anlığına kaybolmuştu. Elindeki şarap şişesini bana uzatmış ve  “Şuraya yürüyelim mi?” demişti. Sahilin uzak ucunu işaret ediyordu gözleri. “Peki.” demiştim. Konserden dağılan kalabalıkla birlikte yürümüştük. Ayakta bile durmakta zorlanan genç bir kız kumlara takılıp tam önüme serilmişti. Bir kaç genç erkek kahkahalar atarak kaldırmıştı kızı yerden. Elimdeki şarap şişesini onlara vermiştim. Cebimden çıkardığım açılmamış çerez paketiyle birlikte. “İyi geceler,” diye bağırmıştı Melodi gençler kahkahalarla uzaklaşırken. “Hepimiz için.”

“Sylvia iyice kafayı buldu.” dedi Freud. Sylvia haykırarak Tom Waits’e eşlik ediyordu. “Sanırım biz artık gitsek iyi olur.” diye devam etti.

“Burada kalabilirsiniz.” dedim.
“Biliyorum dostum,” dedi Freud. “Ama Sylvia’yı bırakayım evine.”
I am allright.” diye atıldı Sylvia.
But we are not.” diye cevapladı Freud.
Fuck you!” dedi Sylvia. “I don’t think you can become a gentleman... Anytime... Anywhere...Men...!

Şişenin dibindeki şarabı da kafasına dikip şişeyi tekrar çantasına sokmaya çalışmıştı Melodi. “Boş versene,” diye araya girmiştim. Sahildeki ateşlerden yalnızca biri devam ediyordu yanmaya. “Haklısın.” demişti. Şişeyi sapından kavrayıp denize fırlatmıştı kahkahalar atarak. “Sanırım iyice kafayı buldum.” demişti. “Geri dönemeyebilirim.” diye devam etmişti. “Bende kalabilirsin.” demiştim. Cevap vermeden koluma girmişti ve kayaların arasına düşmemeye çalışarak yürümeye başlamıştık.

Freud, Sylvia’nın koluna girdi ve ayağa kaldırdı. Beraber kapıya doğru ilerlediler. Sylvia hala oturup içmek istediğine dair bir şeyler söylüyordu. Kötülüğün lisanı. Freud, Sylvia’nın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı.

“Aaa! Ne ayıp!” dedi Melodi gülerek.
“Kusura bakmayın.” dedi Freud. “Şimdi kaçalım biz. Tekrar görüşürüz.”

“Keyfinize bakın.” dedi Melodi. Gözlerini kapatarak selam verdi Freud.
“Görüşürüz.” dedi bana bakarak. Dış kapıyı araladı ve kolundaki Sylvia ile birlikte çıktılar. Merdivenlerden aşağı yürümeye başladıklarında Sylvia’nın hala bağırarak Tom Waits’in bir şarkısını söylediğini duydum. Gözlerim sehpanın üzerindeki kitaba ve yanında yarısından çoğu dolu duran viski şişesine takıldı. Şişeyi elime aldım, pencereyi açıp Freud ve Sylvia’nın apartman kapısından çıkmasını bekledim. Sokağa adım attıklarında şişeyi dışarı uzatarak Freud’a bağırdım: “Dibine hala biraz var.” Her nedense Sylvia bir orta parmak daha çıkardı, bana doğru. Hem de Freud’a çıkardığından daha güzel.

“Şişeyi düşürme de bana bir duble daha doldur.” dedi Melodi gülerek.
“Peki majesteleri.” deyip bardağına viski doldurdum ve kendi bardağımdakinin üzerine biraz daha ekledim.
“Gayet hoş insanlardı.” dedi Melodi bardağına uzanırken.

“Freud, enteresan bir adamdır. Biraz da sorunlu.”
“Sorunlu?”
“Ölmek takıntılı... Ama ne bileyim belki de cidden öyledir.”
“Ne öyledir?”
“Anlamaya başlamanın ilk belirtilerinden biri, ölme isteğidir.”
“Offff! Yine mi? Kes şu saçmalığı.”
“Peki, Milena!”dedim kahkahalar atarak.
“Kızdırma beni.”
“Emrin olur.” dedim ve ekledim: “Milena!”

Sinirli bir bakış atması devam etmemi engellemeye yetti. Yetecekti, biliyordum. Onca yazar içerisinden en sevmediğiydi Kafka. O bayağılığa katlanacağına Hemingway’in dişlerini kazımaya gidecek alaya gönüllü katılabileceğini söylemişti bir keresinde. Dönüşüm’ü elimden alıp pencereden aşağı atmıştı ve en azından, yerine başka bir kitap hediye etmemişti. Oysa eceliyle ölmüştü Kafka.

Bir anda suskun bir ifade takınıp kafasını yere eğdi. “Anlamaya başlamanın ilk belirtilerinden biri, ölme isteğidir.” dedi kendi kendine. Ayağa kalktı. Bir kaç adımını izledikten sonra mutfağa doğru gittiğini anladım. Ancak koca bir viski şişesinin neredeyse yarısı dolu duruyordu sehpanın üzerinde. Biraz sonra tekrar içeri geldi.

“O kendini vuran arkadaş hikayesi ne içindi?” dedim.
“Haklısın,” dedi. “Gereksizdi. Ama öyle intihardan felan bahsedince bir an anlatayım dedim.” Biraz duraksadı. “Gerek yoktu.” Ellerini ceplerine soktu ve çıkarıp onlarca farklı renklerde hapı sehpanın üzerine döktü. “Gerek yoktu.” dedi tekrar. Hapları saymaya çalışıyordum. Bir tanesini alıp ağzına attı. Üzerine bir yudum viski içti bardağından.

“Bu ne şimdi?” diye sordum.

Elini dudaklarına götürüp sus işareti yaptı. Bunu seviyor olabilir miydim? Pekala! Sehpanın üzerinden bir diğer hapı alıp dudaklarımın arasına yerleştirdi. Dudaklarını benimkilere kavuşturdu ve diliyle hapı ağzımın içine itti. Sonra hızlıca elindeki bardağı dudaklarıma yerleştirdi. Gözlerimi kapattım ve sıkı bir yudum yuttum viskiden. Hapla birlikte. “Hepsi,” dedi Melodi. “Bizim için.”

Bir başka hapı daha ağzına götürüp hızlı bir viski yudumuyla midesine indirdi. Eli sehpanın üzerinde başka bir hap arıyordu. Gözlerim sol eline takıldı. Sonra bileğine. Sonra bileğindeki damarların inceliğine. Sonra sarı bir hapı kavradı parmakları. Usulca ağzıma doğru getirdiler onu. Dudaklarımın arasına yerleştirdiler. Sonra ellerimi kavradılar bileklerinden. Usulca Melodi’nin vücuduna doğru götürdüler, kalbinin biraz aşağısına. Bir merminin çekirdeği bir çok iz bırakır. Yara! Yaralar! Yavaş hareketlerle kucağıma oturdu Melodi. Böyle olmasını çok seviyordu. Her şey onun kontrolündeymiş gibi hissediyordu o zaman. Dünyanın dönüşü, zamanın akışı. Oysa zamanın dışında olmayı diliyorduk ikimiz de. Bunun apaçık farkındaydı. Başını yavaşça göğsüme dayadı. Kalp atışlarımı dinliyordu. Atan bir kalbim olduğunu ona baktığımda anlıyordum. Bunu biliyordu. Tanrım! Hepimiz aynı şeyleri biliyorduk. Başka şeytanlar, aynı günahları fısıldıyordu kulaklarımıza. İç! Seviş! Öl!-mek günah mıydı şimdi?

Hapı yutabilmek için bardağımdan sıkı bir yudum çektim. Zil çalmaya başladı. Oralı olmadı Melodi. Ben de. Açık pencereden bir ses dolmaya başladı odaya. “Dibini görmeyen anasının bir tarafını görecek kardeşim.” Viski şişesini sapından kavrayıp pencereden dışarı fırlattım. Büyük bir gürültüyle parçalanışını duyduk şişenin ve birkaç da küfür, erkek sesiyle. Gülümsedi Melodi. Elini, o tarafa bakmadan attı sehpanın üzerine. Gri bir hapı kavradı parmakları. Gözlerim hiçbirimizin okumaya cesaret edemediği kitaba kaydı. Aklımın bir köşesinde duruyordu şeytan suratlı adam. Dudaklarına götürdü hapı ve yuttu. Viskiyle birlikte. Enteresan bir ses geldi bilgisayardan. Tom Waits söylemeye devam ediyordu. Melodi’nin parmakları bir başka hapı kavradı sehpanın üzerinde. Yavaşça dudaklarıma yerleştirdi. Sonra aynı merasim. Aynı pencereden hala küfürler ve iniltiler giriyordu içeriye. Zil durmaksızın çalıyordu. Tom Waits hala şarkı söylüyordu ve enteresan ses bir kez daha geldi bilgisayardan. Bir başka hapı arıyordu Melodi sehpanın üzerinde. Bilgisayar ekranın sağ köşesinde şöyle yazıyordu: “Wristcutters indirmesi tamamlandı. 

M.Mert Güney
Nisan 2013

4 Haziran 2013 Salı

Siyaset Kediyi Arkadan Düzmeye Benzer


"Sevgili Bay Bukowski:
Neden hiç siyaset veya dünya meseleleri üstüne yazmıyorsunuz?"
M.K.

"Sevgili M.K.:
Ne diye? Yani, yeni bir şey mi var? -yemeğin altının yandığını herkes biliyor."

Genellikle bir başımıza sessizce oturup halının tüylerini seyrederken atar beynimizin tası -yan tarafında Temel Reis yazan jöleli şekerleme dolu kamyonun neden patlayıp havaya uçtuğunu anlamaya çalışırken.

Sadece bu önemlidir; o canım düşün yitirilişi, ve onu yitirmişseniz gerisinin önemi yoktur, generallerin ve para-babalarının oynadığı oyunlardır gerisi. Söz generallerden açılmışken -hidrojen bombası yüklü bir uçağın daha çakıldığını okudum- BU kez İzlanda yakınlarında denize. HESAPTA beni korurlarken hayli lakayıt davranıyorlar çocuklar kağıttan uçakları ile. İçişleri Bakanlığı Hidrojen bombalarının "pasif" olduklarını açıkladı, ne demekse, sonra bombalardan birinin yarıldığını, sözde beni koruyan bombanın denize radyoaktivite yaydığını okuyoruz ve ben koruma filan istemedim. Demokrasi ile Diktatörlük arasındaki fark: Demokraside önce oy kullanıp sonra emir alırsın, Diktatörlükte seçimle filan zaman kaybedilmez.

Şu düşen hidrojen bombaların dönelim -bir süre önce aynı şey İSPANYA kıyılarında oldu. (beni heryerde koruyoruz.) Bombalar yine kaybolmuştu. Amma belalı oyuncaklar, kaybolup duruyorlar. Üç aylarını aldı -yanlış hatırlamıyorsam- son bombayı bulup oradan götürmeleri. Belki de üç haftaydı, ama oranın halkına üç yıl gibi gelmiştir herhalde. Sahilden hayli açıkta bir kum tepeceğine düşmüştü o son bomba ve ordu son derece hassas bir çalışma ile bombayı tepecikten kancalamaya çalışırken bomba yerinden kımıldayıp aşağı doğru yuvarlanmıştı. Sahil kasabasında yaşayan zavallı halk havaya uçma endişesi ile sabaha kadar yataklarında dönüp durmuşlardı. ABD'nin ikramı. Amerikan Dışişleri bombanın fünyesinin olmadığını duyurmuştu elbette, ama o arada zenginler kasabayı terkedip başka coğrafyalara uçmuşlardı ve Amerikalı denizcilerle kasaba halkı diken üstündeydiler. (Lanet bombalar patlamayacaksa ne demeye uçuruyorlardı onları? Ha patlamayan bomba taşımışsın ha iki tonluk salam.) Neyse, bombayı bir türlü kancalayamıyorlardı, iradesi vardı sanki lanet şeyin. Sonra denizde bir fırtına kopmuş ve güzelim bombamız denize yuvarlanmıştı. Deniz çok derindir, devletimizden bile daha derin.

Sonunda özel bir vinç tasarlanmış ve bombayı denizin dibinden çıkarmışlardı. Palomares. Evet, orada olmuştu. Palomares'de. Ve sonra ne yaptılar, biliyor musunuz-
Donanma Bandosu kasaba meydanında bir açık hava konseri verdi- madem bomba tehlike arz etmiyordu, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Evet, bando çaldı ve İspanyollar dinledi ve herkes cinsel ve ruhsal bir rahatlamada kenetlendi. Denizden çıkardıkları bombaya ne oldu, bilmiyorum, kimse (birkaç kişi hariç) bilmiyordu ve 1000 ton radyoaktif İspanyol toprağı Aiken'e nakledilirken bando çalmaya devam etti. Aiken'de kiralar hayli düşük olsa gerek. Şimdi de bombalarımız İzlanda denizinin soğuk sularında serinliyorlar.

İnsanlar akıllarını çok iyi olmayan bir şeye taktıklarında ne yaparsın? Kolay, akıllarını başka yere kanalize edersin. Akıllarını aynı anda iki şeye takamazlar nasıl olsa. 23 Ocak 1968'deki gazete haberi örneğin: HİDROJEN BOMBASI YÜKLÜ B-52 İZLANDA AÇIKLARINDA DÜŞTÜ. DANİMARKA RAHATSIZ. Danimarka rahatsız mı? Hay Allah!

Neyse, birden, 24 Ocak tarihli bir haber: KUZEY KORE AMERİKAN DONANMASINA AİT GEMİYE EL KOYDU.

Milliyetçilik tırmanır! Vay, orospu çocukları! Ben o savaşın bittiğini sanıyordum! Ha, anladım -KIZILLAR! Koreli kuklalar!

AP kaynaklı haber: Eskiden kargo gemisi olarak çalışan ve sonradan elektronik istihbarat ve oşinografi cihazları ile donatılıp casus gemisine çevrilen Amerikan istihbarat gemisi Pueblo, Kuzey Kore'nin Wonsan Körfezi'ne çektirildi. Kızılların işi, rahat durmazlar!

Ama hidrojen bombası haberinin kendine ikinci sayfada küçük bir yer bulduğunu fark ediyorum: "B-52'nin Düştüğü Bölgede Radyasyon; Bombadan Sızıntı Olasılığı."

Başkan'ın sabahın ikisi ile iki buçuğu arasında uyandırıldığını ve Pueblo'ya el konduğunun kendisine bildirildiğini öğreniyoruz. Sonra da uykusuna dönmüştür tahmin ederim.

ABD'ye göre gemi uluslararası sulardaydı; Kore'ye göre kendi sularındaydı. Ülkelerden biri yalan söylüyor, biri söylemiyor.

İnsan sormadan edemiyor, uluslararası sularda bir casus gemisi ne işe yarar? Güneşli bir günde yağmurluk giymek gibi bir şey. Ne kadar yakın, o kadar bilgi.

Manşet: 26 Ocak 1968: ABD 14700 İHTİYATİ HAVACIYI GÖREVE ÇAĞIRIYOR.

İzlanda'ya düşen hidrojen bombaları ile ilgili tek haber yok, öyle bir şey hiç olmadı sanki.
Bu arada:
Senatör John C. Stennis, Başkan'ın ihtiyati havacıları silah altına alma kararını son derece "haklı ve yerinde" bulduğunu, kara kuvvetlerinde de benzeri bir uygulamaya geçilmesini umduğunu ilave etti.

Meclisin azınlık lideri, Richard B. Russel: "Son tahlilde, bu ülke geminin ve personelinin iadesini sağlamak zorundadır. Çok daha önemsiz nedenlerden savaş çıktığını unutmayalım."

Meclis Başkanı John W. McCormack: "Amerikan halkı komünizmin dünyayı ele geçirme emelinden vazgeçmediği gerçeğini bir kez daha idrak etmelidir. Bu fazlası ile hafife alınmaktadır."

Adolph Hitler hayatta olsaydı olanlara epey gülerdi sanıyorum.

İşte, siyaset ve dünya meseleleri hakkında söylenecek bir şey mi var? Berlin krizi, Küba krizi, casus uçakları, casus gemileri. Vietnam, Kore, kayıp hidrojen bombaları, Amerikan kentlerinde ayaklanmalar. Hindistan'da açlık. Kızıl Çin'de faili meçhuller? İyi adamlar ve kötü adamlar var mı gerçekten? Hep yalan söyleyenler ve hiç yalan söylemeyenler. Bir gece düzüşürken ya da sıçarken ya da çizgi roman okurken ya da pul defterine pul yapıştırırken bizi paramparça edecek bir ışık ve ısı patlaması olacak mı? Ani ölüm yeni bir şey değildir, kitlesel ani ölüm de yeni değil. Ama ürünü geliştirdik; yüzyılların bilgisi, kültürü ve keşfi var elimizde yararlanabileceğimiz; kütüphaneler tıka basa kitap dolu; başyapıt oldukları varsayılan tablolar milyonlarca dolara alıcı buluyor; tıp kalp naklini gerçekleştirdi; sokaklarda akıllıyı deliden ayırmak mümkün değil ve birden, bir kez daha, hayatlarımızın geri zekalıların elinde olduğunu görüyoruz. Bombalar patlayabilir; bombalar hiç patlamayabilir. O, piti piti, karamela sepeti...

Şimdi, sevgili okurlar, izninizle fahişelere ve atlara ve içkiye dönmek istiyorum henüz vakit varken. Bu konular ölümü de içeriyorsa, kanımca, insanın kendi ölümünden sorumlu olması, ölümün Özgürlük, Demokrasi, İnsanlık, Millliyetçilik ve/veya diğer palavraların bir sonucu olarak gelmesinden çok daha az rahatsız edicidir.

İlk koşu, 12:30. İlk içki, hemen. Fahişeler, hep varlar nasılsa. Clara, Penny, Alice, Pathy...

O piti piti, karamela sepeti...

Charles Bukowski
"Kasabanın En Güzel Kızı - Sevimli Bir Aşk Hikayesi" kitabından



29 Mayıs 2013 Çarşamba

Pembe Pabuçlu Külkedisi

A. için;

Çalıştığı yerin iki sokak uzağında bekliyordum. Ucuz bir bar bulmuştum. Boyası dökülüyordu mekanın. İçerisi etrafa anlamsız bakışlar atan ve durmaksızın içen ihtiyarlarla doluydu. “Siz gençler, pek düşünmüyorsunuz,” demişti bir ihtiyar bir kaç gün önce tam da burda, aynı mekanda. “Bir zaman sonra içebilmekten başka bir şey yapamaz hale geliyor insan.” diye devam etmişti kasıklarına bakıp kahkahalar atarak. “Ama artık her şeye bir çözüm buluyorlar.” Mavi haplar. “Ne dersin? Belki senin zamanında ölümsüzlüğü de bulurlar.” Birbirine vuran bardaklar. Kahkahalar. “Bana sorarsan çoktan buldular.” Mavi haplar.


“Yine onu mu bekliyorsun?” dedi bardaki sarışın kadın.

“Evet, her zamanki gibi.”

Sert bir içki ikram etti bana. Buraya ilk geldiğim akşam, ona sarkıntılık eden adamı kibarca uzaklaştırmasına yardım ettikten sonra yapmaya başlamıştı bunu. Tek başıma içeri girmiş, barın önündeki yüksek taburelerden birine oturmuştum. Birkaç bira içtikten sonra tuvalete gitmek için ayrılmıştım yerimden. Döndüğümde yarı sarhoş bir adamın tabureme oturup bardaki kadına bağırarak bir şeyler anlatmaya çalıştığını görmüştüm. Ağır adımlarla bara doğru yürürken “Sonunda geldin.” demişti kadın. Ona gülümseyip adama dönmüştüm: “Beyefendi. Sanırım yerimde oturuyorsunuz.” Şaşkın bakışlarla beni süzmüştü adam. “Ne yani? İyi adam bu mu?” diye sormuştu kadına. Elimi uzatmıştım adama: “Sizinle tanışmak bir şeref. Ben iyi adam. Ya siz?” Sinirli bir hareketle kalkıp gitmişti adam. Yerime oturduğumda sert bir içki gelmişti önüme ve teşekkürler.


“Birazdan buradan geçer.” dedim kadına. Plastik bir bardağa bira dolduruyorken bir an karşı duvardaki saate baktı. “Ben de öyle düşünüyorum.” dedi.


Her gün bu saatlerde barın önünden geçiyordu hızlı adımlarla. Birkaç sokak ilerideki evine gidiyordu. İçeride, masal kahramanlarından birinin kılığına girip tekrar çıkıyordu evinden. Yoldan geçen ilk taksiyi durdurup gidiyordu. İlk zamanlarda evinin etrafında dönmesini bekleyerek dolaşıyordum. Geri geldiğinde önüne çıkıp ne kadar büyüleyici bir güzelliği olduğu ile ilgili bir şeyler söylemek istiyordum. Ancak bir iki saat sonra geri dönmeyince sıkılıp vazgeçiyordum beklemekten. Eve dönmeden önce bir şeyler içmek için civardaki barlardan birinde vakit geçiriyordum. Burayı da öyle bir bekleyişin sonunda keşfetmiştim. Onu tamamen unuttuğum bir gün iş çıkışında eve giderken buranın önünden geçtiğini gördüğümden beri en sık uğradığım yer olmuştu burası. Özellikle bu saatlerde.


“Bizim ihtiyar yok bugün.” dedim bardaki kadına.“Evet,” dedi. “Normalde bu saatlerde burda olurdu.”“Belki de bir kalp krizi geçirmiştir ha?”Olabilir,” dedi gülerek. “İhtiyar sapık.”


Boş kadehi bardaki kadına geri uzattım. “Bir tane daha ister misin?” diye sordu. “Olur,” dedim. “Ama önceden ödeyeyim. Bitirmeden gitmek zorunda kalabilirim.” diye ekledim barın sokağa bakan camını göstererek. “Tamamdır.” dedi gülümseyerek. Cebimden çıkardığım iki parça kağıt parayı barın üstüne bıraktım ve bardaki kadın elindeki dolu kadehi paraların yanına koydu. Paraları alıp barın altındaki çekmeceye attı. Kadehten bir yudum çekip duvardaki saate baktım. Ardından sokağa bakan cama diktim gözlerimi. Hızlı bir yudum daha çektim kadehten. “Yavaş ol dostum,” dedi bardaki kadın. “Düzgün cümleler kurabiliyor olman lazım.” Haklıydı. Ağır bir yudum daha aldım kadehten ve duvardaki saate tekrar baktım. Bu sıralar burdan geçiyor olmalıydı. Yoksa bardaki kadınla sohbet etmeye dalıp onu kaçırmış mıydım? Tedirgin olmaya başlamıştım. Kadehimden hızlı bir yudum daha alıp ayağa kalktım.


“Ben gidiyorum.” dedim.“Geçti mi?” diye sordu bardaki kadın.“Hayır.” dedim. “Bir terslik var bu işte.”“Nereye gidiyorsun?” dedi. “Daha yarısı duruyor kadehinin. Hem bugün geç çıkıyor olabilir.”“Olabilir ama öyle olsa bilirdim.” dedim ve ekledim: “Görüşürüz.”


Hızlı adımlarla bardan çıktım. Soğuk bir rüzgar esiyordu. Ceketimin yakasını kaldırıp sokaktan aşağı yürümeye başladım, çalıştığı yere doğru.


Onu ilk gördüğümde bir otobüste oturuyordum. Camdan dışarıyı izliyordum, güneşin doğuşuyla birlikte telaşlı adımlarla bir yerlere yetişmeye çalışan insanları. Çoğu kahvaltısını yürüyerek bitiriyordu. Ellerinde kahveleriyle ve böreklerle yürümeye çalışan insanlar. Bir dört yol ağzındaki ışıklarda durmuştu otobüs. Onu işte o an görmüştüm. Köşeden dönerken büyük kahve bardağı elinden kayıp yere düşmüştü. Oldukça üzgün bir ifade takınmıştı yüzüne, sinirlenmekle karışık. Bardağı almaya eğilip vazgeçmişti. Sonra hızlı hareketlerle ayakkabılarının bağcığını çözüp tekrar bağlamıştı. Kafasını kaldırdığında bir anlığına göz göze gelmiştik. Sonra hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçmeye başlamıştı. Üzerinde sarı bir t-shirt vardı, sol göğüs hizasında karşı kaldırımdaki bir işyerinin adı yazılıydı.


Çalıştığı yere girdiğimde önce ne yapacağımı bilemedim. Usulca raflardaki ürünlere bakmaya başladım. Biraz sonra bir kadın gülümseyerek üzerime doğru yürüyordu: “Nasıl yardımcı olabilirim?”

“Ben,” dedim. Biraz duraksadım. “Aslında bir çalışanınıza bakmaya gelmiştim.”
“Öyle mi?” dedi kadın. “Kim?”
“Esmer... Benden biraz kısa,” dedim. Elimle boyunu tarif ediyordum. “Dudağının hemen yanında bir beni var.” Kadın gülmeye başlamıştı. Bundan cesaretle ekledim: “Ve çok güzel.”
“A. mı?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” dedim. “Ama o isim de oldukça yakışıyor ona.”

“Sanırım siz A.’dan bahsediyorsunuz.” dedi ve sustu.
“Evet,” dedim. “A. Niçin bugün geçmedi o barın önünden?”
“Hangi bar?”
“Boş verin barı.”dedim. “Nerede?”
“Dün ayrıldı.”

“Ne?” dedim. “Ne... Nasıl?”
“İki işte çalıştığını ve bunu artık yapamayacağını söyledi.” dedi üzerindeki sarı elbiseyi göstererek.


Artık burada değildi. Bu birçok şeyi açıklıyordu. Ama şimdi ne zaman o barın önünden geçeceğini bilmiyordum. Ne zaman evinde olacaktı? Ne zaman bir masal kahramanının kılığına girecekti? “Teşekkür ederim.” deyip hızla çıktım oradan.


Hızlı adımlarla geldiğim yolu geri yürümeye başladım. Evinin olduğu sokağa gidecektim. Birkaç dakika sonra biraz önce beklediğim barın önünden geçiyordum. Camdan içeri bir bakış attım. Bardaki kadın yine plastik bardaklara bira doldurmakla meşguldü ve görebildiğim kadarıyla bizim ihtiyar hala gelmemişti.

Biraz daha yürüdükten sonra evinin olduğu sokağa geldim. Dairesinin ışıkları hala yanmıyordu. İşte değildi bugün ve evde de değildi henüz. Beklemekten başka bir yol bulamadım. Birkaç metre ilerideki seyyar tezgaha yürüdüm. Bir sosisli ve meyve suyu sipariş ettim. Sonra kaldırımın kenarına oturup beklemeye başladım. Adam biraz sonra istediklerimin hazır olduğunu söyledi. Kalkıp sosisli ve meyve suyunu aldım. Tezgahtarın parasını ödedim ve dönüp tekrar kaldırımın kenarına oturdum. Bu bekleyiş bitmeyebilirdi. Yalnızca bir masal kahramanına dönüşüp evden çıktığı günlerde bile onu birkaç saat bekleyebiliyordum ancak. Şimdiyse, çok büyük bir ihtimalle güneşin doğuşuyla birlikte evden bir masal kahramanı olarak çıkmıştı. Dönmesi birkaç gün sürebilirdi. En azından benim açımdan.



Dostum,” dedi tezgahtar. “İyi misin?”
“Sana ne?” diye bağırdım tezgahtara.
“Haklısın.” dedi ve gülmeye başladı. “Peki jazz sever misin?” diye sordu.
“Her türlü müziği severim.” dedim. Allah aşkına! Ben de bir müzisyendim. Bu nasıl bir soruydu? Reklamımı iyi yapmıyordum sadece. “Hepsi bunun yüzünden.” dedim kendi kendime. Biraz sonra tezgahtaki radyodan buğulu bir kadın sesi geliyordu. Jazz. Tezgahtar elindeki meyve suyunu bana uzatıp gülümsedi. Kendi meyve suyumu ona doğru uzatıp “Şerefe!” diye bağırdım.

İyi iş yapıyordu tezgahtar. Yaklaşık bir saatte yaklaşık yirmi müşteri. Bir tek ben ucuz kurtarmıştım paçayı. Bir sosisli ve içecekle bir saattir tezgahının dibinde oturuyordum. Geleceği yoktu A.’nın. Beklemenin de anlamı yoktu artık. İyice sıkılmıştım. Geri dönecektim. Bara. Mutlaka sert bir içki ikram edecekti bardaki sarışın kadın bana. Üstüne biraz da ben ekleyecektim, sonra evime gidecektim. Hepsi bu. Yavaşça kalktım kaldırımdan. Tezgahtara doğru yürüdüm. “Teşekkür ederim.” dedim. “Bir sosisli daha versene.” Peki, dedi. Sosisliyi hazırlamaya koyuldu. Cebimden çıkardığım paraları sayıp yeteri kadarını tezgahın kenarına bıraktım. Sosisliyi alıp yürümeye başladım.

Birkaç adım sonra arkamdan gelen acı bir fren sesiyle irkildim. Dönüp baktım. Gri bir araba hızlı bir frenle köşeyi dönmüştü. A.’nın apartmanına yanaştı ve durdu. Arabanın içinden bir kadının bağırışları geliyordu. Biraz sonra apartman tarafındaki kapı açıldı ve bir kadın bağırarak kendini dışarıya attı. Şoför, kadını sakinleştirmeye çalışan hareketler yapıyordu.

“Seni adi orospu çocuğu!” diye bağırdı kadın. “Siktir git buradan, bir daha da gelme.” Kadın birçok küfrü arka arkaya sıralıyordu. Kadının bağırışları üzerine bütün apartman sakinleri camdan bakmak için kafasını dışarı uzattı. Şoför ne yapacağını bilmez hareketlerle tezgahtardan ve benden tarafa döndü. Eliyle özür dileyen hareketler yapıyordu. Tezgahtar bana döndü: “Buraya polis doluşmadan ben kaçayım ahbap.” dedi. “Ne? Senin ruhsatın yok mu?” diye sordum. “Sıkıntı etme.” dedi. “Sağlıksız ürün satmam ben.” Tezgahı toparladı ve seyyar tezgahıyla kaçıp gitti. Elimdeki sosisliye baktım. Yemeye cesaret edemedim ve sosisliyi yolun kenarına fırlattım. Şoför gri arabayı birkaç deneme sonra çalıştırabildi. Araba hareket etmeye başladığında onu gördüm. A.’ydı bu.  En başından beri bağırıp duran. Külkedisi elbisesi giyiyordu bu sefer ve tek ayakkabısı yoktu. Araba biraz ilerledi ve durdu. Şoför yanındaki koltuğun altına eğilip bir şey aldı ve apartman tarafına bakan camı açıp dışarı fırlattı.

“Siktir git!” diye bağırdı A. Ayakkabısının diğer tekini de çıkardı ve hızlanmaya başlayan gri arabaya fırlattı. Ayakkabı yerde birkaç kez sekip durdu. A. ağlamaya başladı. Yavaş adımlarla apartmanın girişine yürüdü. Sonra girişteki basamaklara çöktü. Uzaktan polis arabalarının siren sesleri geliyordu. Yavaşça yolun karşısına yürümeye başladım. A. ayağa kalktı. Kısa bir an göz göze geldik. İlk göz göze geldiğimizdeki gibi. Bu sefer gözlerinden yaşlar akıyordu. Sonra hızlıca merdivenleri çıkmaya başladı. Apartman kapısını açtı ve içeri girdi.

Az önce şoförün gri arabadan dışarı fırlattığı ayakkabıyı yerden aldım ilk olarak. Daha sonra A.’nın fırlattığı ayakkabıyı aldım. Polis arabalarının sirenleri iyice yakından duyuluyordu. Ayakkabıları elimde tutup arkama döndüm. Geldiğim gibi yavaş adımlarla yolun karşısına geçtim. Ayakkabılar pembeydi. Esmer külkedisine pembe bir çift ayakkabı. Ayak uydurmak zorundaydık her şeye. Anlayabiliyordum bunu.

Yolun karşısına vardığımda polis arabaları köşeyi dönmüştü. Pembe ayakkabıları ceketimin ceplerine gizleyerek yürümeye başladım. Geri dönüyordum, bara doğru. Biraz sonra hafif bir yağmur yağmaya başladı. Birkaç adım sonra yanımda bir kamyonet durdu.
“Nereye?” diye sordu ihtiyar sapık. “Yabancı dost.”
“Her zamanki yere.”
“Atla o zaman.” dedi. “Köpek gibi ıslanacaksın.”
“Peki.” dedim. Kamyonetin kapısını açıp içeri girdim. Gürültülü bir country müzik çalıyordu içerde. Elimdeki ayakkabıları ayaklarımın dibine bıraktım.
“Güzel ayakkabılarmış,” dedi ihtiyar. “Sevgiline mi aldın?”
“Hayır.”
“Siz gençler, gerçekten pek düşünmüyorsunuz.” dedi.
“Neden?”
“Kim giyer bu ayakkabıları şimdi?”
“Neden öyle dedin?”
“Daha faydalı şeylere harcamanız lazım paranızı.”
“Ne gibi?”
“Şunları aç.” dedi arka koltuktaki örtüyü işaret ederek. Arka koltuktaki örtüyü açtım. Birkaç ölü ördek ve parlak bir tüfek yatıyordu orada. “Bunlar gibi.” diye ekledi.
“Afiyet olsun.” dedim.
“Sağ olasın.” dedi.

Biraz sonra bardaydık. “Hiç gelmeyeceksin sandık.” dedi bardaki kadın ihtiyara.
“Mümkünü yok güzelim,” dedi ihtiyar. Mavi haplar. Her zamankinden.” dedi bardaki kadın, barın önündeki yüksek taburelere doğru yürürken.

Gülerek kafasını salladı ihtiyar. Bir tabure çekip oturdu. Yanındakini çektim ve oturdum. “Bana bir poşet verebilir misin?” diye sordum bardaki kadına elimdeki ayakkabıları göstererek.“Çok hoş ayakkabılarmış. Onun için mi aldın?” diye sordu.“Hayır,” dedim. “Ondan aldım.” Güldü ihtiyar.

Birkaç kadehi beraber yuvarladık. Dünya onun alışageldiği dünyaydı. Ama ben de anlamsız bakışlar atıp sadece içmekten anlıyormuş gibiydim ihtiyarın yanında. Kaderdaş diyordum birbirimize. Aynı av tüfeğine para harcamıyorduk sadece. Bütün farkımız buydu. Gözüm duvar saatindeydi. Bir saat sonra kalkıp gidecektim. Evime doğru. Gidecektim ve yatağıma uzanacaktım. Uyuyacaktım. Her şeyi unutacaktım. Artık sondu. A.’yı unutacaktım. Ayakkabıları bardaki sarışın kadına hediye edecektim. Bitirecektim her şeyi. Sabahın ilk ışıklarıyla benden çok daha bilen birinin yanında alacaktım soluğu. Dünyaya neden geldiğimizi soracaktım. Ölümün ne olduğunu. “Toprak nedir?” diye üzerine gidecektim. Yıllar önce ona inanmadığım halde ondan günah çıkarmamı isteyen rahibin üzerine gidecektim. Yapacaktım bunu.

Biraz sonra barın kapısı yavaşça açıldı. İçeri genç bir kadın girdi. A. Bardaki kadın da yanımdaki ihtiyar da ona döndü. A. yavaşça köşedeki boş masaya yöneldi. Oturdu. Oldukça üzgün görünüyordu. Makyajını acemice silmişti. Gömülmesi unutulan bir ölüyü andırıyordu. Önemli değildi. Hala çok güzeldi. Esmer. Dudağının yanında bir beni vardı.

“Yürüsene,” dedi bardaki kadın. İhtiyar sesli bir kahkaha koyverdi.
“Ama nasıl?”
“Şunları al önce.” Pembe ayakkabıları barın üzerinden bana uzattı. “Git!” dedi. “Git!”

Yavaşça A.’nın masasına yürüdüm. İki elimde birer pembe ayakkabı tutuyordum. Bana bakmadı. Kederli bakışlarını masanın ortasına dikmişti. Birkaç adım daha yaklaştığımda kafasını kaldırıp bana baktı. Gözleri ellerimdeki ayakkabılara takıldı. Bana bakıp gülümsedi.

“Sanırım,” dedim. “Bende, size ait bir şey var.”  Ayakkabıları ona uzattım.
“Aman Tanrım!” dedi. “Teşekkür ederim.” Çocuklar gibi seviniyordu. “Bunları bulamasaydım...” dedi. “Çok borca girecektim.”
“Önemli değil.” dedim. “Buldunuz işte.”
“Çok, çok teşekkür ederim.” dedi. Gülümseyerek bana baktı. “Ne içersiniz?” diye sordu. “Bilmem,” dedim. “Siz ne içersiniz?”
“Sert bir şeyler sanırım.” dedi. “İyi bir gün geçirmiyorum.”
“Öyle olsun o zaman.” dedim.

Bardaki sarışın kadına döndüm. “Her zamankinden!” diye seslendim. İki ayrı kadehe sert iki kokteyl doldurmaya başladı kadın. Bir sandalye çekip A.’nın karşısına oturdum. “Neden iyi bir gün geçirmiyorsun?” diye sordum. “Yani,” dedi. Anlatmaya başladı. İhtiyar kadehleri bize getirirken bardaki kadına haykırıyordu: “Sonunda düşünmeye başlıyorlar.” Gençler.

M.Mert Güney
Ağustos 2011/New York - Nisan 2013/İstanbul

28 Aralık 2012 Cuma

Bitter Aroma Hatırası


Uzaktan baktığımda sessizce denizi seyrettiğini düşündüğüm adamın tam olarak bunu yapmadığını anlamam birkaç dakika sürdü. Meraklı bakışlarla üzerine doğru yürüyordum. Yaklaştıkça adamın çeşitli jest ve mimiklerle denizin üzerinde uçuşan martılara bir şeyler anlatmaya çalıştığını anladım. Muhtemelen bir deliydi. Olabilir, martılara bir şeyler anlatmak konusunda delilerin de en az deli olmayanlar kadar hakları vardı. Hem ne malumdu gerçekten müthiş bir hikâye anlatmadığı?

Merakımı gidermenin tek yolu onu rahatça duyabileceğim kadar yanına yaklaşmaktı ve bütün koşullar bu durum için elverişliydi. Bir kere kamuflajım harikuladeydi. Üzerimde sol göğüs hizasına sektöre yeni girmiş bir çikolata firmasının amblemi dikilmiş siyah bir mont ve belimde üzerinde yine aynı amblemi taşıyan postacı tipi bir çanta vardı. Yani detaylı bir plan yapmama gerek yoktu. Oraya yapmam için gönderildiğim işi yapacaktım sadece. Adama yanaşacak, çantanın içindeki tanıtım amacıyla ücretsiz dağıttığımız çikolatalardan birkaç tanesini verecek ve oradan ayrılacaktım. Hepsi bu. Hem çikolata yemek konusunda delilerin de en az deli olmayanlar kadar hakları vardı. Bu çıkarımımla biraz önce martılara bir şeyler anlatmak konusunda düşündüğüm cümleden yaptığım çağrışımın farkına varıp gülümsedim.

Ufak adımlarla adama doğru yürümeye devam ettim. Uzaktan ona yanaştığımın farkına varıp birkaç kez gözünün ucuyla bana baktı. Üzerine doğru yürümemden rahatsız olmaya başladığı belliydi. İkide bir cümleleri yarıda kesiyor, kafasını hafiften bana çevirip sinirli bir bakış atıyordu. Bir an için devam etmekten çekindim. Ancak adamın martılara ne anlattığını duymadan uzaklaşmamaya kararlıydım. Birkaç metre daha aynı gerginliğin içinde arada sırada adamın sinirli bakışlarına maruz kalarak ilerledim. Adam ani bir hareketle bana dönüp şiddetle bağırdı.

“Üzerime gelmesene lan!”
Olduğum yerde dondum kaldım. Adamın sinirli bakışları bana kilitlenmişti. “Tamam, dayı… Sakin ol… Gelmiyorum… Tamam, durdum bak işte burada.” diye karşılık verdim adama kekeleyerek. Bir müddet daha bana bakmaya devam etti. Hiç hareket etmeden öylece sakinleşmesini bekledim. Biraz sonra tekrar martılara dönüp hikâyesini anlatmaya başladı. Yine birkaç saniyede bir gözünün ucuyla bana bakıyordu. Dikkatlice adamı dinlemeye başladım.

Bu ne boktan bir hikâyeydi. Doğru düzgün anlatamıyordu bile. Biraz Türkçe biraz da İngilizce konuşup duraksıyordu. Aralardaki boşlukları da martılara özgü sesler çıkarmaya çalışarak dolduruyordu. Hikâyenin Türkçe kısımlarından görkemli bir kralın hayatını nasıl mahvettiğiyle ilgili bir şeyler anlattığı anlaşılıyordu, aradaki abuk sabuk seslere anlam vermem zaten mümkün değildi, İngilizce kısımlarsa zannediyorum ki Bob Dylan’a ait bir şarkının sözleriydi. Aslında pek deliye benzer bir görünüşü yoktu adamın ama deliliği su götürmezdi. Hem de üç kere. Hem de üç dilde. Türkçe, İngilizce, Martıca. Yine de deliler ve çikolatalarla ilgili aforizmamı hatırladım. Durduk yere bana bağırmıştı ama olabilir, insanlara bağırmak konusunda delilerin de en az deli olmayanlar kadar hakları vardı. “Boş ver canım,” dedim kendi kendime “Büyüklük bende kalsın.” Çantanın içinden birkaç tane çikolata çıkardıktan sonra adama seslendim.

“Dayı, çikolata yer misin?”
“Siktir git lan buradan.” diye bağırdı bana tekrar.
“Yemezsen yeme amına koyim.” dedim çikolataları çantaya geri sokarken. Arkamı dönüp geldiğim yöne doğru yürümeye başladım. Tabii birkaç adımda bir arkamı dönüp acaba ona küfrettim diye peşimden geliyor mu diye deliyi kontrol ederek.

Sinirlerim iyice gerilmişti. Günlük kırk lira için yapılacak iş miydi bu? Lafta kolay geliyordu. “Zaten siz nasıl olduğunu bile anlamadan dağıtımı bitirip geri geleceksiniz.” diyen müdürün suratı canlandı kafamda. Beni bu Allah’ın unuttuğu yere gönderdiği için de saygıyla andım kendisini. Vallahi salaktı bu müdür. Taksim’e göndermiyordu kimseyi. Oysa orada iki dakikaya kalmaz boşalırdı bütün çanta. Gerçi kimse eline ne tutuşturulduğuna dikkat etmeden yoluna devam ederdi, o ayrı. Ama bütün cadde yarım saate kalmaz sağa sola fırlatılmış içi boş çikolata paketleriyle dolup taşardı. “Al sana reklamın kralı.” diye geçirdim içimden hafifçe gülümseyerek. Sonra delinin boktan hikâyesini hatırlayıp tekrar gerildim. Üstesinden gelebilmek için eve gider gitmez güzel bir şeyler okumaya karar verdim. Yarın da çalışmayacaktım, hatta bundan sonra bu işi hiç yapmayacaktım. Montu ve boş çantayı müdüre teslim edip kırk liramı aldıktan sonra ilk iş bir kitapevine dalacaktım. Kırk liraya birkaç tane Hamsun kitabı alabilirdim. Rosa mesela, Pan ve Victoria, para artarsa Göçebe belki. Sabırsızlanmaya başlamıştım. Ancak bütün paramı Hamsun’a yatırırsam akşam aç kalacağım gerçeğiyle yüzleşmem uzun sürmedi. Birinden vazgeçmem gerekiyordu. “Rosa’yı bugün almasam da olur,” dedim kendi kendime “Ama önce şu çikolataları bitireyim.”

Biraz yürüdükten sonra yolun karşısında bir kafe gördüm. Beklediğim fırsat bu olabilirdi. Hemen yolun karşısına geçtim. Dışı ahşap döşeme, iki katlı bir kafeydi. İçinde bir sürü insanın nefes alıp vermesi yüzünden camları buğu yapmıştı. Bütün masaları dolu bir kafe hayal ettim hemen. İnsanlar sıcak içeceklerini yudumlarken birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Kolonlardan hafif tonlarda Fransız ezgileri dökülüyordu içeriye. Kimse sıcak içeceklerinin yanında tatlı niyetine ikram edilen çikolatalara hayır demezdi herhalde. Tanrım! Gözümün önünde müthiş bir çikolata dağıtma cenneti duruyordu. Heyecanla kafenin girişine yöneldim. Kapıyı açtığımda kendimi bir tür giriş holünde buldum. Bilirsiniz işte şu şemsiyeliklerin ve bedava dağıtılan dergi ve gazetelerin olduğu bölüm. Kafenin içine açılan cam kapıdan içerinin hayal ettiğim kadar dolu olmadığını gördüm. Olsun. Hiç yoktan iyidir. Tam kapıyı içeri doğru iterken karşıma bir garson dikildi.

“Seyyar satıcıları almıyoruz birader.” dedi. Küçümseyen bakışları montumun sol göğüs hizasındaki ambleme dikilmişti.
“Yanlış anladın abi,” dedim. “Satıcı değilim ben. Tanıtım amaçlı çikolata dağıtıyorum. İki dakika hemen dağıtıp çıksam olmaz mı?”
“Olmaz diyorsam olmaz.” deyip cam kapıyı üzerime kapattı.

Giriş holünde birbirine benzeyen şemsiyeler ve ücretsiz dergi ve gazetelerle baş başa kalmıştım. “Rosa olmaz,” diye düşünmeye başladım “Şimdilik Victoria’dan vazgeçeyim.” Aynı garson aniden cam kapının önünde tekrar belirdi.

“Ne bekliyorsun hala burada?”
“Allah Allah. Duruyorum işte ya. Kimseye bir şey sattığım da yok.” dedim.
“Çık kapının önünde dur lan.” dedi sesini hafifçe yükselterek.

Victoria da olmazdı. Aslında düşünmek boşunaydı. Göçebe’yi bulmak daha zordu. Baskısı felan yoktu uzun zamandır. Göçebe’den vazgeçtim gitti.

“Kime diyorum ben?” diye araya girdi garson. “Sayıyla mı veriyorlar lan sizi bana? Bela mısın kardeşim?”
“Yok, abi. Çikolata dağıtıcısıyım ben.” deyip yutkundum. “Hem bedava çikolata dağıtan bir adam ne kadar bela olabilir ki?” diye ekledim.

Garson histerik bir gülme krizine girdi. Biraz sonra başka bir garson çıkageldi. “N’oluyor?” diye atıldı merakla. Başıma bir şey gelmeden uzaklaşmak en iyisiydi. Yeni gelen garsonu kahkahalar içindeki diğeriyle bırakarak dış kapıyı açtım. Hızlı adımlarla kafeden uzaklaşmaya başladım. Tabii birkaç adımda bir acaba peşimden geliyorlar mı diye dönüp garsonları kontrol ederek.

O hızlı adımlarla ne kadar yürüdüğümü tam olarak hatırlamıyorum ama dinlenmek zorunda olduğumu hissedince karşıma çıkan ilk banka oturdum. Sanırım büyük bir parkın içindeydim. Karşımdaki ufak tepeye doğru uzayan yürüme yoluna baktım bir süre. Sonra da geldiğim tarafa. Garsonlardan korkup sahilden iyice uzaklaşmıştım. “Neyse, biraz dinlenip geri dönerim.” diye düşündüm. Bir anda tepeden aşağı inen yürüme yolunda bir kadın ve elinden tuttuğu ufak kızını gördüm. Daha sonra tepeden yükselen çocuk seslerini fark ettim. Muhtemelen yukarda bir çocuk parkı vardı. Kafamda bir ışık yandı. Gülümsemeye başladım. Şansım dönüyor olabilirdi. Çocuklar çikolataya bayılırdı.

Kadın ve elinden tuttuğu ufaklık bana doğru yaklaşırken elimi hemen çantanın içine daldırıp birkaç tane çikolata çıkardım. Kadına ve ufaklığa bir tebessüm atıp ayağa kalktım. Elimdeki çikolataları göstererek onlara yaklaştım. Kadın şüpheli bakışlarla beni süzdükten sonra bağırdı.

“Ne bakıyorsun lan?”
“Merhaba hanımefendi. Ben yeni kurulan şirketimizin tanıtımı amacıyla ücretsiz çikolata dağıtımı yapıyorum.”

Yanındaki kızın bileğini kavrayan elini bir anda diğer kolunun altındaki çantasının içine daldırdı ve bir tür sprey tüp çıkarıp yüzüme doğrulttu.

“Yanlış anladınız hanımefendi.” dedim. “Çikolata diyorum.” Kadın tek kelime etmeden ve yüzüme doğrulttuğu spreyi de indirmeden yavaş adımlarla uzaklaştı. Yanındaki ufak kız da giderken arkasını dönüp bana doğru tükürdü. Aramız neredeyse elli metre olmuşken bile kadın spreyi hala bana doğrultuyordu. Kadına arkamı dönüp yürümeye başladım. Biraz sonra hala ordalar mı diye kontrol etmek için döndüğümde kadın ve çocuk yok olmuştu.
“Sen bilirsin. Git marketten tonla para verip al. Şirret karı.” diye bağırdım.

Hay kafama sıçaydım. Tanımadığın çocuğa çikolata mı uzatılırdı? Aklım nereye gitmişti? Nasıl unutmuştum hepimizin aynı kanunlar tarafından büyütüldüğünü? Az önce bana tüküren de yüzüme sprey doğrultan da “Tanımadığın adamlardan çikolata ya da şeker alma” isimli kolektif bilinçaltı kanunuydu. Sadece bununla da kalmıyordu ki. Kanunname, yaramazlık yaparsak bize iğne yapacak gestapo kılıklı teyzelerle, çok konuşursak ağzımıza sürülecek biberlerle, elimizden zorla alınıp dolap üstüne kaldırılan oyuncaklarla, beşkardeşlerle doluydu. Sonuç: Hepimiz sesimizi çıkarmamayı ve tanımadığımız insanlardan korkmayı öğrenmiştik, ha bir de diş doktorlarından.

Buraya kadardı. Doğruca sahile geri dönecektim. İlk otobüse atlayıp işyerine gidecektim. Çantayı, montu, ıvırı zıvırı geri verip evime gidip kafamı dinleyecektim. Bir an sonra Hamsun geldi aklıma. Kelebek gözlüklerinin ardından “Bana bir şans daha ver.” der gibi bakan gözleri canlandı zihnimde. Duraksadım. “Bir de, Victoria’yı siktir et bence.” dediğini duyunca emin oldum. Bir şans daha verecektim kerataya.

Yaklaşık yarım saat sonra, birkaç kayboluşun ve birkaç bakkal amcaya soruşun ardından nihayet sahile vardım. Servisin dağıtım için beni bıraktığı yere doğru yürümeye başladım. Biraz sonra deniz kenarındaki banklardan birindeki çift yüzünden olduğum yere mıhlandım. Bu nasıl bir duygusallıktı arkadaş? Yanlış anlaşılma olmasın, manzara özetle şöyleydi: Gri, kasvetli bir hava, aynı grilikte bir deniz, bir bank ve hemen dibinde bir ağaç, bankın sağ köşesine oturmuş bir adam, kafasını adamın kucağına koyup banka uzanmış bir kadın, adamın elinde bir kitap. “Her neyse,” dedim kendi kendime “Onlar da çikolata yiyorlardır herhalde.” Müdürün “Herkes çikolata sever.” derkenki surat ifadesi geldi gözümün önüne. Kararlıydım. Paramı alıp ayrılırken suratının ortasına iki tane patlatacaktım şerefsizin.

Çiftin yanına henüz varmıştım ki adam suratıma bile bakmadan “Mendilimiz var kardeşim.” dedi.
“İyi de ben mendil satmıyorum ki.” diye cevap verdim.
“Her neyse ilgilenmiyoruz işte.” diye kestirip attı.
Sessizce “İlgilenmezsen ilgilenme lan.” deyip uzaklaşmaya başladım. Tabii acaba söylediğimi duydu mu diye geriye dönüp adamı kontrol ederek.
“İngiliz miymiş bu adam?” diye sorduğunu duydum kadının.
“Ne İngiliz’i. Aslen Çek. Ne anlar o herif edebiyattan.” diye cevapladı adam.

Kan beynime sıçradı. Ama yok rezillik felan çıkarmayıp usulca yoluma devam edecektim. “Çek asıllıymış. Geri zekâlı herif. Başka iş bulamadın mı sevgilinle yapmaya?” diye söylendim içimden. Bu iş de cidden buraya kadardı. Çantadan bir avuç çikolata çıkarıp elimin içinde iyice sıktım. Bir an denize doğru fırlatmak istedimse de vazgeçtim. Önüme çıkan ilk çöp kutusunun içine fırlattım çikolataları. Bereket, her elli metrede bir çöp kutusu dikmişlerdi. Her kutuya bir avuç çikolata bırakarak yürümeye devam ettim. Bir yandan sahilde sevgilisine Kafka okuyan zihniyete sövüyordum. Zihnimden geçen, sahilde Kafka okumak eylemiyle uzak doğulu bir yazarın kitabından yaptığım çağrışım beni biraz olsun neşelendirdi. Sekizinci çöp kutusuna da bir avuç çikolatayı bıraktıktan sonra ani bir sesle irkildim.

“Niye atıyorsun birader çikolataları çöpe? Yazık değil mi?” Ses ilerdeki seyyar simit tezgâhının arkasındaki adamdan geliyordu.
“Sana versem yiyecek misin?” diye sordum.
“Yok, bende şeker var.” dedi adam. “Ama ver sen. Çocuklara götürürüm akşam. Günahtır nimete.”
“Peki.” deyip tezgâha doğru yürümeye başladım. Tezgâhın köşesindeki ufak poşetlerden birini alıp poşeti avuç avuç çikolatayla doldurmaya başladım.
“Yeter, kardeşim bu kadar.” diye araya girdi. Poşeti elimden alıp ağzını güzelce bağladı ve çekmecedeki bozuk paraların yanına attı.
“Çay vereyim mi? İçer misin?” diye sordu.
“Varsa fena olmaz be usta.” dedim. Bir plastik bardak alıp ayağının dibindeki termostan çay doldurmaya başladı.
“Kaç şeker?”
“İki.”
“İki de çok aslında.” diye devam etti. “Ben de senin yaşındayken şekerli içerdim çayı. Sonra n’oldu? Elliyi görmeden şeker hastası olduk.”
“Geçmiş olsun.” dedim.
“Sağ olasın evladım.” dedi. Karton bardağı uzatırken “Öğrenci misin sen?” diye sordu. Yine çatmıştık. Durduk yere bir de sorguya alınacaktık şimdi.
“Yok, usta. Okumuyorum ben.” deyip bu tuzaklı sorudan kurtuldum.
“Olsun.” dedi. Tabii sorgu bu kadarla bitmeyecekti. “Memleketin nere?” diye devam etti.
Biraz düşündükten sonra “Azeri’yim ben.” deyip bu tuzaklı sorudan da kurtuldum.
“Hiç onlar gibi konuşmuyorsun ay balam?” deyip kendi şakasına kahkahalarla güldü adam.
“Birkaç yıldır İstanbul’dayım. Alıştım artık sizin konuşmanıza.” diye cevapladım. Tezgâhın köşesindeki küçük radyo gözüme çarptı. “Çalışıyor mu usta şu?” diye müthiş bir manevrayla sorguyu savmaya çalıştım.
“Evet. Açayım mı?” diye cevapladı.
“Aç abi. Bütün gün böyle sessiz sedasız geçer mi? Nasıl katlanıyorsun Allah aşkına. Benim iki dakikada içim sıkıldı”
“Doğrusun valla.”

Adam radyoyu açıp, yuvarlak kanal arama düğmesiyle oynamaya başladı. Ben de bu sırada çayın yanında tatlı niyetine bir tane çikolata yemek için elimi çantanın içine soktum. Bir çikolata alıp ambalajını açtım. Radyoda ayrılık duygusu yüklü bir türkü çalmaya başladı. Gözlerimle karşı kıyıyı süzmeye başladım. Çayımdan bir yudum alıp çikolatayı ağzıma attım. Bu da neydi? Rezil ötesi bir şey. Saman bile muhtemelen bundan daha lezzetliydi. Bir an midem ayağa kalktı.

“N’oldu? Türküyü mü sevmedin?” diye sordu tezgâhın başındaki adam.

            Biraz önce bir avuç çikolatayı içine attığım çöpün başına koştum. Ağzımdaki iğrenç şeyi çöpe tükürdüm. Çaydan bir yudum aldım. Ağzımın içinde berbat bir tat oluşmuştu. Tekrar tezgâha yöneldim. Bir parça simit yersem ağzımdaki tat düzelir diye düşündüm.

            “Usta, bir parça simit versene.” dedim.
            “Bir parça olmaz birader. Verim bir tane al gitsin.” diye cevapladı.
            “Niye olmuyor bir parça? Takım mı bozulur?” dedim. Cevabı beklemeden tezgâhtan bir simit çekip bir parçasını ağzıma attım. Ağzımdaki tat bir nebze olsun geçmişti. Simidin geri kalanını tezgâhtaki adama uzattım.
            “Ne yapayım ben bunu?” dedi.
            “Hepsini yiyemem şimdi,” dedim. “Sen yersin.”
            “Sende kalsın,” dedi. “Martılara felan atarsın.”
            “Eyvallah.” deyip. Yürümeye başladım. Simidin geri kalanını çantaya çikolataların yanına attım. Birkaç adım gitmiştim ki tezgâhtar arkamdan seslendi.
            “Eee, parası ne olacak bunların?”
            “O kadar çikolata verdik. Onlara say.” deyip uzaklaşmaya başladım. Tabii arkamdan geliyor mu diye birkaç adımda bir geriye dönüp tezgâhtarı kontrol ederek.

            Böyle bir rezalet olamazdı. Bütün gün insanlara samandan bozma bir çikolata verebilmek için dolaşıp durmuştum. Netice elde var sıfırdı. İyi ki de öyleydi. Birileri bu çikolatayı benim yanımda açıp yeseydi ben de muhtemelen oracıkta temiz bir dayak yerdim. Bu sefer kesinlikle geri dönüyordum. Evime gidip rahat rahat Hamsun okuyacaktım. Önce işyerine gidip müdürden paramı alacaktım. “Amacımız piyasanın en kaliteli çikolatasını üretmek.” diyen müdürün aptal suratı geldi gözümün önüne. Paramı alıp, ağzının ortasına iki tane patlattıktan sonra bu çikolataları ona zorla yedirecektim.

            Otobüse binmek için başladığım yere geri döndüğümde birkaç saat önce martılara hikâye anlatan delinin aynı yerde olduğunu gördüm. Hikâyeyi bitirip denizde hayali taşlar sektirme faslına geçmişti. Herife bulaşmak gibi bir niyetim yoktu. Ancak beni görür görmez bağırmaya başladı.

            “Yine mi sen lan? Rahat bıraksana oğlum beni!”
           
            Cevap vermedim. “Boş ver canım.” dedim içimden “Büyüklük bende kalsın.” Şimdi olanca hıncımı bir deliden çıkarmanın da anlamı yoktu zaten. Ama onunla hala uzlaşabilirdim. Bana durduk yere bağırdığı için ona kızgın değildim. Ona iyi niyetle yaklaşıp bunun için üzülmesini sağlayabilirim diye düşündüm. Hem ben de ona küfretmiştim. İki taraf için de temiz bir anlaşma sunmak için elimi çantama sokup çikolataların yanındaki simidi çıkardım. Simidi havaya kaldırıp beyaz bayrak sallayan bir asker gibi yavaş adımlarla deliye doğru yürümeye başladım.

            “Al dayı.” dedim simidi göstererek. “Martılara atarsın.”
            “İstemiyorum lan simidini filan. Siktir git buradan.” diye bağırdı tekrar. Sonra yerden hayali taşlar alıp bana fırlatmaya başladı.
            “Sen bilirsin.” deyip yolun karşısındaki otobüs durağına yürüdüm.

            Sıkışık trafikte geçen iki saatin ardından iş yerine ulaştım. Girişteki güzel kadın bana müdürün arka bahçede çay içtiğini söyledi. Hızlı adımlarla arka bahçeye gittim. Otobüste geçirdiğim yaklaşık iki saat içerisinde gün içinde biriken sinirim biraz olsa da dinmişti. Ama sonra otobüs merdiveninde duran, ağızlarından sadece cıvık bir “Aşkım” kelimesi çıkan ve öpüşüp duran ve muhtemelen çikolatalardan da bir bok anlamayan çifti ve yanındaki gence “Yüzün çok kötü olmuş. Çok çikolata yeme.” diyen teyzeyi hatırlayıp müdürle yapacağım son konuşmaya hazırladım kendimi.

            Arka bahçeye adımımı attığımda müdür çayından son yudumlarını alıyordu. Beni görür görmez dibinde içilecek en az bir yudum daha kalmış bardağı masanın üzerine bırakıp bana döndü. Çay içmeyi bile bilmiyordu salak.

            “Bitirip geldin demek!” dedi sevinçli bir yüz ifadesiyle.
            “Yok,” dedim “Hepsini çöpe döktüm.”
            “Fena şakacı çocuksun sen ha.”
            “Yoo. Şaka filan yapmıyorum baya döktüm işte.” dedim gayet ciddi bir ifadeyle.
            “Nasıl? Delirdin mi sen?” Yüz ifadesi bir anda ciddileşmişti.
            “Ben de tam aynı soruyu sana soracaktım. Bu nasıl bir bok lan?” dedim. Belimdeki çantadan bir tane çikolata çıkarıp yüzüne fırlattım. Havada yakaladı. En azından havada uçuşan bir şeyleri yakalama konusunda yetenekliydi piç.
            “Konuşmana dikkat et önce.” diyerek beni uyardı.
            “Sen önce şu çikolatadan bi’ye.” diye cevapladım. Elindeki çikolatanın ambalajını açtı. Hızlıca ağzını atıp çiğnemeye başladı. Ağzı doluyken cevapladı.
            “Nö vaor ki bu çikolotodo?”
            “Bir şey yok işte. Onu diyorum ben de.”
           
            Yanıma yürüdü. Elini çantama sokup bir tane daha çikolata çıkardı. Bu sefer ambalajı açıktan sonra küçük çikolatayı ikiye bölüp bir parçasını bana uzattı.
            “Al, ne varmış sen söyle.” Çikolataları aynı anda yemeye başladık. Aman Tanrım. Bu müthiş bir şeydi. Bitter aromalıydı hem de. En sevdiğimden. Kusursuz bir katkı oranlamasına sahipti. Bu çikolata kesinlikle piyasada kendine bir yer bulacaktı. Çikolatanın eşsiz lezzeti yüzümde kontrol edemediğim bir tebessüm oluşmasına neden olmuştu. Ya da bu tebessümün nedeni kontrol edemediğim sinirlerimdi.
            “Çık dışarı.” dedi müdür. Önemli değildi. Damağımda böyle bir lezzet oluştuğu anda bana “Beşiktaş sekiz yedi.” deseniz bile umursamazdım.
            “Çık lan dışarı. Terbiyesiz.” diye bağırdı müdür. “Giderken montu da çıkıştaki vestiyere as.”

            Müdüre verecek bir cevap bulamadım. Ağır hareketlerle arkamı döndüm. Bahçeden işyerine giren kapının eşiğinin üzerindeyken Beşiktaş’tan, sekizden ve piçin yeteneğinden yaptığım çağrışımı fark edip gülümsedim. Yetenekli bir kaleciye ihtiyacımız vardı. Evet, evet. Bu olabilirdi. Nasılsa iş başka, arkadaşlık başkaydı. Ani bir hareketle müdüre dönüp sordum.

            “Salı 9-10 müsait misiniz?”
            “Siktir git lan buradan.”

            Dediğini yaptım. Girişteki vestiyere üzerimdeki sol göğüs hizasına sektöre yeni girmiş bir çikolata firmasının amblemi dikilmiş montu asarken kendime kızdım. Hayrettin’i nasıl unutmuştum. O da müthiş kaleciydi. Eve varır varmaz onu arayacağımı beynime not ederek dışarı çıktım.

            Aynı zamanda müzik de çalabilme yeteneğine sahip telefonumdan en sevdiğim şarkıyı açmış, kulaklıklarımı takmış, melodinin keyfine vararak evime yürüyordum. Ortasında bir yerlerde evime çıkan sapağın olduğu ana caddenin köşesine geldiğimde gördüğüm şey beni karşı konulmaz bir acı duygusuna sürükledi. Yanlış anlaşılma olmasın, manzara özetle şöyleydi: Bir kitapevi ve camına asılmış bir yazı. “Bütün kitaplarda %30 indirim.” Yazıklar olsunlar, tühler, aklıma sıçayımlar iç içe geçmişti. Kırk liramı sormayı unutmuştum ve bir de bir parçası koparılmış simidimi çantanın içinden almayı. Simidi almam en azından bir geceyi daha açlık sancılarıyla geçirmemiş olmam demekti. Kırk liram olsaydı kitapevi camındaki yazıyı görmemden sonra hiç etmese en azından beş tane Hamsun ederdi. Kelebek gözlüklerine tükürdüğümün uğursuzunun “Hepsini siktir et.” der gibi bakan gözleri canlandı zihnimde. Duraksadım. “Aç kal lan köpek!” dediğini duyunca emin oldum. Bir şans daha verecektim kerataya.

M.Mert Güney
Aralık/2012