Onu son gördüğümde tek
başına kafayı çekmeye gideceğinden bahsediyordu. Az önce dikkatlice indirdiler
tabutunu musallaya. Şimdi tabutun içindeydi Cemal Bey, iki çocuk babası, yirmi üç
yıllık evli. Bizde her ölen erken ölür. Öldüğünde kırk dokuzundaydı.
Erkencilerdendi.
Resmiyette patronumdu
kendisi. Ancak oldukça samimiydik. İki sene önce bir tanıdık aracılığıyla
yanında işe girmiştim. Sahibi olduğu ufak çaplı bir taahhüt şirketinde çalışmaya
başlamıştım. Sohbetimiz ‘Sevdim seni. Akıllı, pratik çocuksun.’dan ‘Gel bir
şeyler içelim koçum’a ve ‘Bizim oğlanın kafası İngilizceye hiç basmıyor. Biraz
da sen uğraşsana’ya kadar evrildi. Senede ikişer defa olmak üzere toplamda dört
kere tartışmıştık. Derbi yüzünden. İyi Fenerliydi. Ben de ölümüne Beşiktaşlı.
Yendiler mi keyiften dört köşe olurdu. Biz yendik mi kendisine hiç takılmasam
bile adımın sonuna bir “Bey” resmiyeti eklerdi. Birkaç gün kendi mahcubiyetiyle
takıldıktan sonra “Bize bir faydası mı var ulan şu topun?” diye çıkışırdı
aniden bilmembiryer ihalesi hakkında
konuşurken. Ve eklerdi: “Şu dosyaları Zafer’e ver. Fiyat teklifini hazırlasın.
Biz erken kaçalım bugün. Bir şeyler içelim koçum.” İyi içerdi.
Cami avlusundaki
kalabalık artmıştı. İyice birbirimize sokulup düzgün bir saf tutmaya
çalışıyorduk. Kadınlar ve çocuklar kalabalığın en arka kısmındaydılar. Cemal
Bey’in ufak oğlu Samet’in haykırarak ağlamasından başka büyük bir ses
duyulmuyordu. Yalnızca küçük fısıltılar dolaşıyordu avluda. Neden ölmüş? Kaç
yaşındaymış? gibi soruların cevaplarını arıyordu insanlar.
Geçen sene tıp literatürüne
yeni bir soluk getirmişti Cemal Bey. Yeğeninin sünneti olduğu akşamdı. Her şey
o akşam başladı. Kardeşinin evindeydik. Geniş salona ihtişamlı bir sünnet
yatağı kurulmuştu. Kadınlar salonda oturuyordu, erkekler bitişikteki mutfakta
bekliyordu. Hoca duasını bitirip dış kapının eşiğinden adımını atar atmaz
mutfakta çilingir sofrası kuruldu. Çok kalabalık değildi masa. Ben, Cemal Bey
ve kardeşi Celal Bey ve yeni tanıştığım Celal Bey’in iki komşusu vardı. İçtiği
kiloyla rakı yüzünden midir son birkaç ihaleyi alamadığımızdan mıdır bilinmez
oldukça durgun görünüyordu Cemal Bey. Konuşmadan
duvarlara bakıyor, arada bir kalkıp evin içinde ufak voltalar atıp geri geliyordu.
Diğerleri pek umursamıyordu bu sıkıntılı halini. Yalnız kardeşi arada bana
kaşıyla Cemal Bey’i işaret edip ne olduğunu bilip bilmediğimi anlamaya
çalışıyordu. Bilmiyordum. Son voltasını da atıp hışımla mutfağa girdikten sonra
sordu Cemal Bey: “Bi’ türkü söyleyen biri yok mu aramızda?” Masadakiler bir
kahkaha koyverdi. “O fasla da geldik demek biraderim,” dedi Celal Bey ve devam
etti: “Salih’i bir arayayım bakayım. Müsaitse bağlamayı kapıp gelir.” Kafasını
olur manasında aşağı yukarı sallayıp yerine oturdu Cemal Bey. Gözü rakı
şişesindeydi. Celal Bey tam telefonun tuşlarına basarken içerden yeni sünnet
olmuş Hasan’ın ağlamaklı bağırışları gelmeye başladı. Celal Bey süratle
yerinden kalktı.
Doktoru eve
çağırmışlardı. Hasan’ın dikişlerinden kopanlar olabilirmiş. Doktor yeni sünnet
olmuş çocuğun üzerindeki karton muhafazayı dikkatlice kaldırıyordu. Cemal Bey
salon kapısından bir göz görünüp tekrar evin içinde volta atmaya başladı.
Peşinden gittim. Mutfağa girdi. Masanın üzerinde yarısı dolu duran kadehini
hızlıca kavrayıp kafaya dikti. Masadakiler kendi aralarında bir sohbete
dalmışlardı. Cemal Bey ağır adımlarla mutfak balkonuna çıktı. Kadehlerimize
birer duble daha rakı doldurup yanına gittim. “Eyvallah.” deyip kadehi aldı
elimden. “Bu sefer de öyle dikme kafaya ağbi,” dedim. “Rakıya ayıp.” Sana mı
soracağım nasıl içeceğimi lan puşt, diyen bir gülümseme yerleşti suratına.
Sonra kafasını gökyüzüne çevirdi. Parıltılı bir gökyüzü vardı. Yıldızların
neredeyse tamamını görebiliyorduk. Okkalı bir siktir çekti gökyüzüne doğru.
“Neyiz oğlum şu koca alemde?” diye sordu kadehini dudaklarına götürürken.
“Neyiz?” diye yineledi sessizce. Salondan Şükran Hanım’ın bağırışları
yükseliyordu. Hasan’ın çükü kanıyormuş. “Bak,” dedi Cemal Bey gökyüzünü
göstererek. “Şurda bir yerde Zühre diye bir yıldız olacak.” Doktorun Celal
Bey’in eşini sakinleştirmeye çalışan sesi geliyordu içerden: “Sakin olun Şükran
Hanım. Endişe edilecek bir şey yok.” Çok ilginç bir hikayesi vardır o yıldızın,
dedi Cemal Bey. Derin bir of çekip konuşmaya devam etti: “Şimdi bütün hayatıma
bakınca,” dedi. “Her şeyi eksiksiz yaptığımı görüyorum. İyi iş, iyi aile, iyi
para, iyi çocuklar, iyi bir saygınlık.” Biraz duraksadı. “Ama bazı geceler, o
yıldızdan bu dünyaya baktığımı hayal ediyorum.” Cemal Bey oldukça garipleşmişti.
Tanıştığımız ilk günden beri çok defa beraber içki içmiştik ama hiç böyle
konulara girmezdi. Anılarını anlatırdı sık sık. Ders mahiyetinde. Gençtik nasıl
olsa. Öğreneceğimiz çok şey vardı onun gibi adamlardan. Buna katılmazdım içten
içe. Ama söylemezdim de katılmadığımı. Sonuçta herkesin birilerine anlatacağı
ve ondan karşısındakine bir ders vereceği en azından bir hikayesi vardı. Cemal
Bey’in gökyüzünde gösterdiği yere baktığımda ve onun bazı geceler yaptığını
söylediği gibi o yıldızdan buraya baktığımı hayal edince bunu görüyordum: Yedi
milyar öğretmen, yedi milyar boş sınıfta. Cemal Bey kusacakmış gibi öğürdü ve
olduğu yerde hafifçe sendeledi. Nefes alışı sıklaşmıştı. Bir an yeteri kadar
içtiğini, artık bırakması gerektiğini söyleyecek oldum, ancak biraz önceki sana
mı soracağım nasıl içeceğimi lan puşt gülümsemesini anımsamak beni durdurdu.
Celal Bey kapıda doktorla konuşuyordu. Bir daha böyle bir şey olursa, ne zaman
olursa olsun doktoru arayabilirmiş. Zaten bu civarda oturuyormuş doktor.
Kişisel telefon numarasını kaydedebilirmiş. Cemal Bey tekrar sendeledi. Sonra
elindeki kadeh yere düştü. Tuzla buz oldu bardak. Mutfaktakiler ve kapının
eşiğindeki doktor ve Celal Bey hızla bizden tarafa baktılar. Yere kapaklandı
Cemal Bey. Telaşlı hareketlerle kavrayıp oturur vaziyete getirdim onu. Herkes
balkon kapısına koşuştu. “Durun,” dedim süratle. “Buraya birikmeyin.”
Gömleğinin üst düğmelerini açıp omzuna doğru genişlettim. Hollywood’dan
öğrendiğim ilk yardım bu kadardı. Doktor süratle balkona atıldı. Hafifçe
öksürdü Cemal Bey. Doktora “Dostoyevski okudun mu sen?” diye sordu yarı baygın
bir haldeyken. “Hayır.” diye cevapladı doktor. “Aferin.” dedi ve tam anlamıyla
bayıldı. Daha önce hiçbir bayılmaya tanıklık etmemiştim fakat sanırım
görebileceğim en sanatsal bayılmaydı.
İmam ağır hareketlerle
musalladaki tabutun önündeki yerini aldı. Etrafına ve gökyüzüne baktı. “Yağmur
yağacak gibi duruyor,” dedi “Bir el atın da şu şemsiyeleri bir açalım.” Kendine
yakın duran şemsiyenin dibine gidip kolu çevirmeye başladı. Hemen cemaatten
birkaç kişi atıldı ve imamı kolu bırakması için ikna etmeye çalışarak şemsiye
koluna sarıldılar. Onlar dururken İmam Efendi böyle bir şeyle uğraşmamalıymış.
Hâşâ. Kafamı çevirip arka sıradaki Hatice Hanım’a baktım. Oldukça üzgün görünüyordu
Cemal Bey’in eşi. Samet’i kucağına almıştı, haykırarak ağlayan çocuğu
sakinleştirmeye çalışıyordu.
Dahiliye bir işi
çözemezse o iş psikiyatrinindir. En azından hep böyle duydum yıllarca. Tıp
bilimi affola. Freud’un suçu. Cemal Bey’i psikiyatri de tam olarak çözemiyordu.
Viyana’da eğitim görmüş Adana menşeili bir doktorun odasında oturuyorduk Cemal
Bey’in balkonda bayılmasının ertesi günü. Doktor test sonuçlarına teker teker
bakıp masasının üzerine yavaşça bırakıyordu. Hatice Hanım sessizliği bozdu: “Bu
nasıl iş doktor bey?” Bilmiyorum, diye cevapladı doktor ve devam etti:
“Tomografide de bir şey yok.” Sonra bana döndü doktor ve konuşmaya devam etti.
“Siz bayılma anında yanındaydınız değil mi?” Evet, dedim. “Ne tür belirtiler
yaşandı yani ne oldu tam olarak anlatabilir misiniz?” dedi doktor. “Yani,”
dedim. “Pek anlamasam da kalp krizi geçirdiğini düşündüm. Yere düşer düşmez de
yakasını açtım. Ne bileyim. Öyle yapılır diye düşündüm. Tabii içerde bir doktor
da bulunuyordu. Zaten hemen o geldi ilk müdaheleyi yapmaya.” Doktor biraz
düşündü. “Bu zaten bir kalp krizi,” dedi “Ama hasta gördüğüm en sağlıklı
adamlardan.” Yani, dedi Hatice Hanım. Evine gelebilir mi? diye devam etti.
“Burada tutmam için hiçbir neden göremiyorum,” dedi doktor. “Ancak her gün görüşmeyi
istiyorum hastayla. Bir nedeni olmalı.” Ayağa kalktı ve kapıyı açıp çıktı. Biraz
sonra Cemal Bey’le birlikte içeri girdi. Hatice Hanım hızlı hareketlerle kalkıp
eşine sarıldı. “Geçmiş olsun.” dedi doktor. “Evinize gidebilirsiniz. Ancak
sizinle bir süre her gün görüşüp durumunuzu iyice anlamalıyım.” Cemal Bey’in
yüzünde sana mı soracağım durumumu lan puşt gülümsemesi belirdi. Sesimi
çıkarmadım. Gidip Cemal Bey’e sarıldım geçmiş olsun dileyerek.
Hastaneden çıktıktan
sonra Cemal Bey hep birlikte bir şeyler yemeye gitmemiz için ısrar etti. Hatice
Hanım bu durumdan biraz sıkılsa da eşinin sözüne uymak zorunda kaldı. Bir
taksiye atlayıp Sultanahmet’teki ara restoranlardan birine gittik. İçeri
girdiğimizde kasadaki adam hızla kapıya yönelirken konuşmasının tonunu
ayarlayamıyordu: “Vaaaay, Cemal Baba. Hoş geldin baba. Hoş geldin.” Adamın elini
öpmesine izin verdi Cemal Bey. Adam daha sonra Hatice Hanım ve benle kibarca
tokalaşıp en yakın masaya oturttu bizi. “Ne getireyim ağbi?” diye sordu adam.
Cemal Bey “Adana, Urfa, İskender... En kolayı neyse ondan getir Mahmut’um.”
dedi. Hatice Hanım sinirlenmişti. “Ne oluyor Bey,” dedi. “Daha yeni çıktın
hastaneden. Kalpten üstelik.” diye devam etti. “Boş ver sen.” dedi Cemal Bey.
“Kapı gibi adamım ben.” Biraz duraksadı ve bana döndü. “Rakı mı içsek?” Yok
artık, diye araya girdi Hatice Hanım. Evde çoluk çocuk, eş dost bekliyordu
Cemal Bey’i. Ne rakısı? “Tamam,” dedi Cemal Bey. “Rakı akşama artık.”
Yaklaşık yirmi dakika
sonra yemeklerimiz geldi. Masada hiçbir şeyi eksik etmemeye çalışıyordu Mahmut.
Cemal Bey oldukça keyifli görünüyordu. Dün akşamı hastanede geçirdiğine
inanamazdınız. Yemeklerimizi bitirip kalktık. Mahmut’un para almamak için
yaptığı onca ısrara rağmen Cemal Bey hesabımızın neredeyse iki katını ödedi.
Restorandan çıktıktan sonra da beni evime gitmemem için zorladı ve evime
gitmedim. Biraz İstanbul trafiğinden, biraz taksici sohbetinden sonra Cemal
Bey’in evine varmıştık. İçeri girer girmez çocuklarına sarıldı Cemal Bey. Büyük
bir sevinç içerisindeydi. Gözlerinden okunuyordu. Celal Bey ve eşi de evdeydi.
“Korkuttun bizi be ağbi,” diye atıldı Celal Bey. Ağbisine sarıldı. Eşi de aynı
seremoniyi sundu. Geniş salona geçtik ve sohbet etmeye başladık. Hatice Hanım
ve Şükran Hanım mutfakta atıştırmalık bir şeyler hazırlamaya gittiler. Cemal
Bey biraz sonra kardeşine bir şeyler içme teklifinde bulundu. Celal Bey tıpkı
Hatice Hanım gibi bu teklifi çok soğuk karşılasa da ağbisinin ısrarlarına
dayanamadı. Biraz sonra kadınların içten ve yüksek sesli sitemlerine aldırmadan
rakı almak için dışarı çıktılar. Bu gece içilecekti. Hem de Cemal Bey ve Celal
Bey’in rahmetli babaları için.
“Başımız sağ olsun.”
dedi Zafer, işyerinden arkadaşım. Şemsiyeleri açmaya çalışan cemaatin
kıpırtısından yararlanıp yanıma kadar gelmişti. Dün işyerinden ayrılırken Cemal
Bey’i son gören iki kişiden birisi de oydu.
“Şimdi n’apacağız?” diye ekledi. “Bilmiyorum Zafer.” dedim. Başını
hafifçe sağa sola sallarken dudakları arasından çıkan şey bir tür küfür müydü
emin değilim. “Ah benim bahtım.” dedi. “Allah rahmet eylesin,” dedim. “İyi
adamdı.”
Üçüncü dublelerimizin
sonuna gelirken Cemal Bey iyice açılmıştı. “Celal bilir, ama sana daha önce hiç
anlatmadım galiba.” dedi bana dönerek. Celal Bey de dikkatle dinlemeye başladı.
“Babam, rahmetli, bir gün hastanelik oldu. Her gün içen adamdı. Bütün aile
bekliyordu böyle bir şey olmasını.” Celal Bey gülümsemeye başladı. “Doktor test
sonuçlarına bakıp babama ‘Dayı senin karaciğer bitmiş.’ demiş. Babam da doktora
cevabı yapıştırmış. Doktor, ciğerin .mına koyim. Adamda yürek olsun, yürek.”
Kahkahalar atarak kadehinin sonundaki rakıyı içti. Celal Bey gülerek araya
girdi: “Bir de şunu unutma,” dedi ağbeyine bakarak. “Doktor diyor ki ‘Hasan Bey
bir kadeh içki içme artık.’ Babam da cevaplıyor yine. Doktor ben bir kadeh
içmem sıkıntı etme, dördü bulur en azından.” İyi eğleniyordu iki kardeş. Eşleri
birkaç dakikada bir kontrol etmek için içeri giriyordu. Birilerine bir şey
olabilirdi. Orada rakı içen üç insandan biri hastaneden yeni çıkmıştı.
Haklılardı.
Cemal Bey’in Viyana’da
eğitim görmüş Adana menşeili doktoru Cemal Bey’in hastaneden çıkmasından bir hafta
sonra beni aradı. Geçtiğimiz hafta onunla görüşürken Cemal Bey’in bayılması
sırasında gerçekleşen Dostoyevski konuşmasını ona anlatmadığım için beni
kibarca azarladı telefondan. Bugün müsait bir zamanda görüşebilir miydik? Evet,
deyip söylediği adresi ve saati not aldım.
Orada olmamı istediği
saatte doktorun özel muayenehanesindeydim. Ancak doktor son hastasıyla
görüşmesini uzatmıştı. Bekleme odasındaydım. Oturduğum koltuğun hemen önündeki
sehpada bilimsel makalelerle dolu dergiler duruyordu. Karşımdaki duvarda birçok
doktorun fotoğrafı ve latince sözler asılıydı. Doktor odasının kapısını açtı ve
uzun boylu kel bir adamı uğurladı. Üniversitede okuyorken bu işlerle kafayı
bozmuş bir arkadaşımla şizofrenlerin pek çoğunun uzun boylu ve kel olduğu
üzerine uzun bir konuşma yapmıştık bir gece boyunca. O arkadaşımı ve
konuşmamızı hatırlayıp gülümsedim. Doktor “Kusura bakmayın, işim biraz uzadı.
İçeri buyrun lütfen.” dedi bana bakarak. Doğruldum ve doktorun odasına girdim.
Odanın duvarları da birçok bilim adamının fotoğraflarıyla doluydu. “Buyrun,”
dedi doktor masasının önündeki koltukları göstererek. Sağdaki koltuğa otururken
sordum: “Az önceki hastanız şizofren mi?” Gülümsedi doktor. “Eski bir
şizofren,” diye cevapladı. “Ancak halen ayda bir görüşürüz.” Görüşmek
kelimesine takılmam gerekiyordu ancak üniversitedeki arkadaşımı hatırlayıp
güldüm. “Evet,” dedim büyük bir ciddiyetle. “Sizi dinliyorum.” Hollywood’dan
bir ruh doktoruyla konuşmak konusunda bu kadar öğrenmiştim. “Bence,” dedi
doktor. “Cemal Bey’in durumu, tıp tarihine geçebilir.” Dikkatle doktoru
dinliyordum. “Nevrasteniye benziyor. Ancak ince bir çizgi çok daha farklı
yapıyor bu durumu.” Ayağa kalktı. Elini çenesine koydu ve konuşmaya devam etti:
“Madam Bovary’yi okudunuz mu acaba?” Of Tanrım. Tam bir Hollywood doktoruydu
bu. “Hayır,” diye cevapladım. “Bovarizm. Literatüre girmiş bir tabirdir.”
Merakla dinliyordum. “Arayış içinde bulunup duran, bir türlü mutlu olamayan
kadın tipini böyle tanımlayabiliriz.” Bayılırken Dostoyevski’den bahseden bir
adama böyle bir doktor. Şahaneydi. “Çalışmalarımda yanılmıyorsam, Cemalizm,
diye bir şey sokabilirim literatüre. Çünkü böyle bir şeyin örneği yok. Hiç
olmadı.” Yani, dedim doktora daha çok anlatmasını bekleyerek. Bunun Dostoyevski
ile ne alakası var? “Şöyle ki,” dedi doktor. “Cemal Bey, zannımca kendisini
küçük, yetersiz ve başarısız hissettiği anlarda bir tür krize giriyor. Ve sizin
anlayacağınız biçimde bu ruhsal kriz bir tür kalp krizi olarak gösteriyor
kendini.” Bir kez yutkunup devam etti. “Ama tedavide çok enteresan bir yöntem
göze çarpıyor. Bu krizler öncesinde ve sonrasında ve yaşanırken dahi Cemal
Bey’in etrafındakiler tarafından önemsendiğini ve başarılı olduğunu belirten
cümleler duyması bu krizin gerçekleşmesini önlüyor.” Ufak bir ses kayıt cihazı
çıkardı doktor. Masanın üzerine koyup çalıştır düğmesine bastı.
Hasta
Görüşme Kaydı – Cemal K. #6 – 7 Haziran 2012
Cemal : Hay hay. Dünkü futbol muhabbetimiz gibi
olacaksa ne işinize yarayacaktır kaydetmek merak ediyorum doğrusu.
Doktor : Tekrar teşekkürler... Bundan bir hafta kadar önce talihsiz bir biçimde bir kriz geçirdiniz. Bunu daha iyi çözümlemek için her şey.
Cemal : Peki. Siz bilirsiniz.
Doktor : Yine müsaade ederseniz sizle konuşurken şu cihazı kullanmayı istiyorum.
Cemal : ... Oldukça eski duruyor.
Doktor : Oldukça güvenilirdir.
Cemal : Peki, bir sıkıntı yok.
Doktor : Tekrar teşekkürler... Bundan bir hafta kadar önce talihsiz bir biçimde bir kriz geçirdiniz. Bunu daha iyi çözümlemek için her şey.
Cemal : Peki. Siz bilirsiniz.
Doktor : Yine müsaade ederseniz sizle konuşurken şu cihazı kullanmayı istiyorum.
Cemal : ... Oldukça eski duruyor.
Doktor : Oldukça güvenilirdir.
Cemal : Peki, bir sıkıntı yok.
(Zeminde
kayan tekerlek sesleri. Birkaç metal sesi.)
Doktor : Şunu da şuraya geçirirsek.
Cemal : Eyvallah doktor. İyice ucube olduk.
Cemal : Eyvallah doktor. İyice ucube olduk.
(Gülüşmeler.)
Doktor
: Dostoyevski ... (Yoğun metalik bir ses.) ... Okuyor musunuz?
Cemal : Çok severim. (Metalik ses biraz azalır.)
Doktor : Harika bir yazardır.
Cemal : Harika. (Metalik ses durur.)
Doktor : Karamazov Kardeşleri okudunuz mu? (Metalik ses tekrar duyulur.)
Cemal : Bitirmedim henüz.
Doktor : Büyük engizisyon kısmına geldiniz mi? (Metalik ses artar.)
Cemal : Evet. (Metalik ses iyice yoğunlaşır.)
Doktor : Nasıl bir kısımdır orası? İnsana kendini ve inancını nasıl sorgulatır değil mi?
Cemal : Evet, harikadır orası.
Doktor : Harikadır. (Metalik ses biraz azalır.) Cemal Bey, Dostoyevski bir yana dursun, bence siz harika bir iş adamısınız.
Cemal : Sağ olunuz doktor bey. (Metalik ses biraz daha azalır.)
Doktor : Yani, hakkınızda biraz inceleme yaptım da. (Metalik ses biraz daha artar.) Müthiş bir hayatınız var bence. (Metalik ses azalmaya başlar.) Onca sıkıntıdan sonra harika bir iş. Müthiş bir aile yaşantısı. Bütün çalışanları tarafından sevilen bir patron. (Metalik ses durur.)
Cemal : Teşekkürler, doktor... Duvarlarınıza bakınca sizin geçmişiniz de gayet iyi görünüyor.
Doktor : Sizinkine kıyasla benimki epey basit kalıyor.
Cemal : Teveccühünüz. (Metalik ses bir saniye aralıkla duyulmaya başlar.)
Cemal : Çok severim. (Metalik ses biraz azalır.)
Doktor : Harika bir yazardır.
Cemal : Harika. (Metalik ses durur.)
Doktor : Karamazov Kardeşleri okudunuz mu? (Metalik ses tekrar duyulur.)
Cemal : Bitirmedim henüz.
Doktor : Büyük engizisyon kısmına geldiniz mi? (Metalik ses artar.)
Cemal : Evet. (Metalik ses iyice yoğunlaşır.)
Doktor : Nasıl bir kısımdır orası? İnsana kendini ve inancını nasıl sorgulatır değil mi?
Cemal : Evet, harikadır orası.
Doktor : Harikadır. (Metalik ses biraz azalır.) Cemal Bey, Dostoyevski bir yana dursun, bence siz harika bir iş adamısınız.
Cemal : Sağ olunuz doktor bey. (Metalik ses biraz daha azalır.)
Doktor : Yani, hakkınızda biraz inceleme yaptım da. (Metalik ses biraz daha artar.) Müthiş bir hayatınız var bence. (Metalik ses azalmaya başlar.) Onca sıkıntıdan sonra harika bir iş. Müthiş bir aile yaşantısı. Bütün çalışanları tarafından sevilen bir patron. (Metalik ses durur.)
Cemal : Teşekkürler, doktor... Duvarlarınıza bakınca sizin geçmişiniz de gayet iyi görünüyor.
Doktor : Sizinkine kıyasla benimki epey basit kalıyor.
Cemal : Teveccühünüz. (Metalik ses bir saniye aralıkla duyulmaya başlar.)
Doktor ses kayıt
cihazını durdurdu. “Biraz daha uğraşacağım bu konuda. Ancak size ve Cemal
Bey’in ailesine büyük iş düşecek.” dedi. “Ricam şudur, ne zaman böyle bir krize
girecekmiş gibi hissederseniz ona ne kadar iyi bir insan olduğunu, ne kadar
başarılı bir hayata sahip olduğunu hatırlatın.” Şaşkın bakışlarla doktoru
izliyordum. “Harika, birincil kelimeniz olsun. Başarılı, muhteşem, enfes gibi
sıfatları sıralayın peşinden.”
Doktor şaşkınlığıma bir anlam vermeye
çalışıyormuş gibi duraksadı. “Eşi Hatice Hanım’la da konuştum sizden önce.
Çocuklarının fotoğrafı çok iyi bir silah olacaktır bu krize karşı. Sürekli
üzerinde taşımasını istedim ondan. Ne zaman böyle bir şey yaşarsa o fotoğrafı
kullanarak ne kadar harika bir baba olduğunu hatırlatacak ona.” Gülümsemeye
başladım. “Gülmeyin lüften,” dedi doktor. “Haklı çıkarsam, bu tarihe
geçecektir.” Peki, dedim doktora. Çok zor bir şey değil bu istediğiniz, diye
ekledim. Yapabilirdim. Yıllarca Cemal Bey dahil bir çok insana yapmıştım. Daha
yoğununu sadece Cemal Bey’e yapacaktım. Hepsi bu. “Desteğiniz için
teşekkürler,” dedi doktor. Ayağa kalktım. Kapıyı açtım. Dışarı adımımı atarken
doktor arkamdan seslendi: “Size şu kitabı emanet edeyim. Cemal Bey’e aitti.
Ancak düşündüğüm durum geçerliyse okuması çok sakıncalı.” Arkamı döndüm. Doktor
çekmeceden çıkardığı kitabı bana uzattı: Yeraltından
Notlar.
İmam şemsiyelerin
kapanmasından sonra tekrar musalladaki tabutun önündeki yerini aldı. Tahmin
ettiği üzere yağmur çiselemeye başlamıştı. Avluya heyecanlı hareketlerle birisi
girdi. Viyana’de eğitim almış Adana menşeili doktor. Hızlıca sağ çaprazımda kendine uygun bir yer buldu.
Doktorun dediğini
yapmaya başladık. Hatice Hanım ve ben. İki hafta daha görüştü Cemal Bey aynı
doktorla. Daha sonra doktor görüşmelerine gerek kalmadığını fakat bir sıkıntı
duyarsa kapısını çalmaktan geri durmamasını söyledi Cemal Bey’e. Cemal Bey
iyiydi. Fiziken gayet iyi. Eskisi gibi iyi içiciydi. Ancak ruh doktorunun
tahmin ettiği üzere ayda bir ya da iki kez büyük bir bunalıma giriyordu. Bu
bunalımlar süresince doktor ne dediyse onu yapıyorduk hepimiz. Zor olmuyordu.
İşyerindeki birçok çalışan zaten durmaksızın bunu yapıyordu. Ben arada
keyifsizliğine ya da o ilk akşam bayılmadan önceki gibi bir tiradına rastlarsam
atlıyordum hemen. “Patron, sen harika bir adamsın. İyi bir aile babasısın her
şeyden önce. Bak bize, hepimiz senin gibi olmak istiyoruz.” Doğrusun, diyordu
Cemal Bey. Bir şeyler içelim koçum, diye ekliyordu. Bizde vatan kurtarmanın,
Allah’a sonsuz güvenmenin içkisiydi rakı. Ama Cemal Bey’le ne içersek içelim artık
sadece Cemal Bey’in harikalığı içindi. Muhteşem Cemal. Bir duble. İyi aile
babası. İki tek. Harika adam. Üç ellilik. Karısı aynı dertten muzdaripti. Geceleri
daralıp uyandığını söylemişti bir defasında. Hemen gece lambasını açıp
çocuklarıyla çekindiği fotoğrafları gösteriyormuş Hatice Hanım ona. Harika bir
babasın, diyormuş. Ne mutluymuş onla evlendiğine. Her ihale Helal Olsun!du
şirkette. Zaten pek çok taahhüt şirketinde böyleydi. Sıkıntılı bir durum yok. Eleştirmek için yazdım. Metrobüs.
Boktan. İyi ki son model bir arabası vardı. İstanbul. Gereksiz kalabalık. Böyle
muhteşem bir adamı içinde barındırdığı için gurur duymalıydı. Doktor, keza, çok
konuştu hakkında. Birkaç bilimsel makale yayınlatmayı başardı bu konuda. Ama
hastasının ismini veremiyordu. Ciddiye alınmıyordu tıp çevresince. Olsun,
diyordum ona da. Bu gerçekten doğruysa, harika bir buluştu. Akademi. Kenar.
Doktorun tasarladığı bir sıvıyla dolu bir iğne vardı mesela. Kriz anında kimse
yoksa yanında bunu vurmalı kendine, diyordu. Sol kolu iyidir. Kalbe yakın
olsun. Ama kimse bilmemeleymiş bunu. Hepimizi içeri atabilirlermiş. Müthiş bir
kendine inanç verecek, diyordu doktor şırınganın içindekiler için. Cemal Bey’i
ikna edemedik bu iğneyle ilgili. Biz üzerimizde taşıdık. Hiç vuramadık o iğneyi
sol koluna. Son görüşmelerimizden birinde zorla da olsa ceketinin cebinde
taşıması için ikna edebilmiştim onu.
En son dün akşamüstü
gördüm Cemal Bey’i işyerinden çıkarken. Masasında oturuyordu hala. Napıyorsun
büyük patron, dedim. Hadi gidelim. “Sen,” dedi. “Çık. Kusuruma bakma. Sarıyer’e
gideceğim. Enfes bir mekan keşfettim. Biraz yalnız başıma kafayı çekeceğim bu
gece.” Peki, dedim. Ceketinin cebine bakıyordum. “Bende, merak etme.” dedi sol
göğsüne vurarak. “Sen oldukça zeki bir adamsın patron,” dedim. “Tabii ki arada
bir yalnız kalmayı hak ediyorsun.” Eyvallah, dedi. Son kez selamlayıp
işyerinden çıktım.
İmam bütün cemaatin
yerleştiğinden emin olmak için ufakça bir göz gezdirdi üzerimizde. Viyana’da
eğitim görmüş Adana menşeili doktor kafasını hafifçe çevirerek bana baktı. İmam
konuşmaya başladı. Doktor çaresizce bana ve tabuta bakmaya başladı. “Rahmetliyi
nasıl bilirdiniz?” diye sordu imam.
“İyi bilirdik.” dedi
cemaat hep bir ağızdan.
Doktor kafasını artık
önüne çevirmişti. İmam konuşmaya devam ediyordu.
“... Hakkınızı helal
ediyor musunuz?”
“Helal olsun!”
Tekrar sordu imam.
“Hakkınızı helal ediyor
musunuz?”
“Helal olsun!”
Doktor kafasını tekrar
bana çevirdi. Göz göze geldik. Bütün bu hastalık süreci geçti gözümün önünden.
Doktor direttiği her şeyde ya haklıysa. Cemalizm. Gözlerimi tabuta diktim.
Rüzgar tabutun üzerindeki yeşil örtünün kenarlarını hafifçe hareket ettiriyordu.
İmam tekrar sordu. Cemaat bu sefer daha yüksek tondan cevapladı: “Helal olsun!”
Korkuyordum. Cemal Bey her an ayağa kalkabilirdi.
M.Mert GÜNEY
Mayıs 2013 / İstanbul
Mayıs 2013 / İstanbul